Kendisine uzatılan mikrofonlara “Babam organ taciri, annem de özürlü erkek kardeşime taciz uyguluyor. Hastalığımda babam para yollamadı, ölmemi istedi. Annem bir kere bile bana bakmaya gelmedi.” şeklinde röportaj veren ve 1999’da gazeteler aracılığıyla başlattığı “kan kampanyası” ile hafızalara kazınan Oktar Babuna adını eminim pek çoğunuz hatırlayacaktır. Uygun donörün bulunması halinde 10 milyar lira ödül vaat edip kampanyada kimine göre 120, kimi kaynaklara göre ise 160 bin kişiden kan ve ilik örneği toplamıştı. Örneklerin 40 bini Türkiye‘de tutulmuş, yeterli laboratuvar olmadığı için, örneklerin kalanı ABD ve Almanya‘daki çeşitli kurumlara gönderilmişti. “Gen haritalarının çıkarıldığına” ve “verilerin ilaç firmalarına satılabileceğine” dair komplo teorileri öne sürülmüştü. Sahi, onca kan ve ilik örneğine ne olmuştu? Toplanan kan örneklerinin bugün yerinde yeller esen ABD‘de Lifecodes isimli bir şirkete ve Almanya’ya gönderildiği bilinmekteydi.
Yapılan araştırmaların sonuçsuz kalması bir yana, bugün amiyane tabirle “zıpkın gibi” Tekirdağ cezaevinde volta atan Oktar Babuna’nın o kanlardan elde ettiği paralar da değil burada konu olan.
Esas konumuza gelecek olursak, bugün el yakan bakliyatı alamaz duruma gelecek olursak… Ülke olarak buğday, arpa, mısır, çeltik, pamuk, ayçiçeği, kanola, soya, yerfıstığı, patates, şekerpancarı, yem bitkileri, çim ve çayırotu, sebze bitkilerini yani “genetik tohumlarını” ihraç ederken, “genetiği ile oynanmamış” palavraları ile bizleri kandırarak neredeyse tüm sebze tohumları İsrail’den ithal ede olduk.
Yerli tohumumuz mu? İşte o yok artık! Tarımımız tükendiğinden dolayı topraklarımızdaki ıslah çalışmalarını Hollanda ve İsrailliler yapmaktalar. Bu ıslah çalışmalarını ise “hibrit” tohumlarla yani “tek seferlik” tohumlarla gerçekleştiriyorlar. Hibrit tohumların en büyük özelliği, hastalık ve değişen iklim koşullarına karşı dayanıklı ve verim oranları standart tohumlara göre çok fazla olmasıdır. Var olan bu dayanıklılık güçleri ve verimlilik oranlarından dolayı, hibrit tohumlar standart tohumlara göre çok daha fazla ürün alınmasına olanak sağlar sağlamasına ancak “tek seferlik”!
Sözün özü, o çok havalı “Türk” isimli tüm tohumlar yabancıdır!
Çiftçi az kazanır ve parayı tohuma harcar. “Genetiği ile oynamak”, “çaprazlama” ile yani genetik laboratuvar gerekmeksizin yapılmaktadır.
Ülkemizdeki tüm mısırların genetiği ile oynanmıştır. Domates, biber, patlıcan, fasulye, lahana, mısır, karnabahar, brokoli ve bazı karpuzların tümü Hollanda ve İsrail tohumudur.
Hal böyle olunca, Türkiye’de yeterli üretim yapılamadığı için yabancı bakliyat ürünlerini ithal ederek döviz kaybediyoruz. Yeşil mercimeğin %60’ı, kırmızı mercimeğin %25’i yurt dışından ithal ediliyor. Marketlerde “menşei Türkiye” yazan mercimek bulmak neredeyse olanaksız hale geldi.
GDO’lu ürünlerin %80’inde kullanılan glifosat insanlarda kansere neden oluyor. Kanada ve Amerika’dan Türkiye’ye ithal edilen mercimeklerin çoğunda bu kalıntıların bulunduğu bilinmektedir.
Türkiye, 133 kalem tarım ürününü yurt dışından ithal ediyor. Daha önce yeşil mercimek tohumunu Türkiye’den alan Kanada’nın şimdi ise Türkiye’ye yeşil mercimek satarak gelir elde ediyor olması ne kadar da ironik! Kısacası, Türkiye bugün samanı bile ithal eden “tarımı bitmiş olan bir ülke” haline geldi!
Bugün yararlanmakta olduğumuz birçok bitki, on bin yıl önce başlayan “tarım devriminde” çiftçilerin yapmış olduğu sürekli ıslah çabaları ile ortaya çıkmıştır. Bu bitkilerin bazıları zehirli de olan otlar idi. “Çiftçi” ile “ıslahçı” terimleri bu dönemlerde eş anlamlı idi. Ancak yüzyıl önce bazı bilim adamları çiftçilerin bu konuda hiçbir şey bilmediğine karar verdiler ve ıslah işinden çiftçileri çıkardılar.
1930‘lu yıllardan itibaren şirketler ıslah işinde bilim adamlarını kullanarak kârlarını arttırmaya yönelik çabalar içine girdiler.
İçinde bulunduğumuz dönemde ise tohum işinde bir avuç ulus ötesi firma ile bir “hegemonya” yaratılmıştır. Türkiye‘deki tohum firmalarını da yutarak bu firmalar etkilerini ülkemizde de yoğunlaştırmaktadırlar. Dünyada bu tekelleşmenin etkileri çok kötü olmuştur. Binlerce çeşit yok olmuş, tarım üretimi tarımsal ilaç ve kimyasal gübrelere, sulamaya, makinelere bağımlı hale gelmiştir. Ürünlerin besleyici değerleri ile lezzetleri gerilemiş ve “zararlı kimyasallarla yüklü” hale gelmiştir.
Bütün bunlara rağmen dünyada halen aç olan 800 milyon insan sayısı azalmamaktadır.
Sonuç olarak, sevimli bir durum olmadığı ortada; hele döviz cinsinden borcu döviz cinsinden alacaklarına kıyasla oldukça fazla olan bir ülkede bu sevimsiz durum kader olmamalıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Amerika’nın, İngiltere’nin halini görüyorsunuz değil mi? Benzin yok benzin! Almanya’da kuyruklar, Fransa’da kuyruklar, yiyeceklerini bulamıyorlar.” diye konuşurken şöyle devam etti: “Türkiye’de böyle bir sorun yok. Ülkemizi bugüne kadar önüne çıkan her engelden, her sorundan, her saldırıdan, her badireden nasıl kurtardıysak, bugün de aynısını yapacağımızdan kimsenin şüphesi bulunmasın.”
Fiyat artışlarından dolayı beslenemediğimizi bir yana koyacak olursak, genetiğimizi satmakla kaybeden tüketici ve üreticiden başka sağlığımızı da kaybetme yolunda hızla ilerlemekteyiz.
Keşke kişisel inatlar nedeni ile ülke ekonomisini bu denli kötüye götüren bu sisteme kökten bir çözüm gelebilse…