Biz Cumhuriyet âşıkları, görkemi öyle saray ve külliyelerin aksine hak ve özgürlükleri güvence altına alan kurumların gücünde aramışızdır her zaman.
Oysa Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşırken Sayın Erdoğan kendi “yeni Türkiye’sini” hiç edilen Atatürk Orman Çiftliği’nin üzerine sarayını, pardon külliyesini adeta Atatürk’e inat edercesine kondurdu.
“İtibarda tasarruf edilmeyen” o “itibar” için yirmi yıldan bu yana her geçen gün yoksullaşan Türkiye halkının cebinden her ay milyonlar çıkıyor.
Sarayın itibarı yetmemiş olacak ki Sayın Erdoğan, Van Gölü kıyısına bir saray daha, sonra kanuna rağmen anayasayı dolanarak Marmaris’teki konukevini yoksul halkın sırtına yeni bir yük yükleyecek şekilde yazlık(!) saraya çevirdi.
Tüm bu şatafat neden?
İtibar için mi?
Yoksa müteahhit dostlarının, AKP-MHP ittifakını destekleyen çıkar örgütlerinin beslenmesi için mi iç içe geçti bunca şatafat ve görgüsüzlük?
Şatafatlı bir görgüsüzlük içinde olanlar, yaşama sevinci bitmiş, kutsanan dipsiz cehalet, bitmeyen bir öfke, kadercilik ve doymak bilmeyen egoları ile yaşayan insanlardır.
Yeri gelmişken hatırlatmak isterim ki şatafat içinde yaşayan insanlar düşünme yetilerini kaybeder.
Avrupa’daki siyasiler ve CEO‘lar bu nedenle şatafattan uzak, bisikletle işe gider ve normal halk gibi yaşarlar ki bu da örnek alınası bir davranıştır.
Öte yanda ise bizim saraycıklar yetmezmiş gibi Katar Kraliyet ailesi de görkemli saraylarını inşa ediyor ve en kıymetli arazilerimiz parsel parsel peşkeş çekiliyor.
İhtişama hesapsız kitapsız harcamalar yapılırken, duvara çarpan, iflas eden, Merkez Bankası‘nın ihtiyat akçesini bile bozdurup harcayan bir iktidar ile artık yönetil(em)iyoruz!
Bugün halka “Sizce Türkiye’nin en büyük sorunu nedir?” diye soracak olursak, hiç kuşkusuz cevap olarak “ekonomik sıkıntılar” birinci sıraya oturur.
Ardından, işsizlik, sonrasında ise eğitim ve adalet şıkları sıralanır.
Pandemi, savaş, sosyal kriz, aşırı fakirleşme, yağ, benzin hatta ekmek kuyrukları ise cabası!
Ciddi bir gerileme dönemine girmiş olan ülkemizde 2023 seçimlerinden yana hala umudunu kaybetmemiş olan partili Cumhurbaşkanı’nın halkın çoğunluğundan oy alabilmek için nasıl bir strateji izleyerek onları kandırabileceğini düşündüğünü, doğrusu merak ediyorum.
Oysa iktidarın çözemediği ve asla çözemeyeceği bir problem var ki
o da mantıken yan yana var olamayan para (üstelik “çalınmış-çırpılmış” olanı) ile iman.
Bu da çok “beylik” bir söz olan “dini imanı para”yı akla getiriyor.
Tabi burada halkı değil, doğrudan dindar iktidarı bu cümlenin yanına yerleştirebiliriz.
“Din-diyanet, dindarlık” namına hükümetin sunduğu her şey otomatik olarak paranın gücü ile yaşama imkânı ile vücut buluyor.
Hatırlarsanız, TOKİ de bir zamanlar cennetten arsa dağıtıyordu.
İşin doğrusu, Sayın Erdoğan sandıktan aldığı güçle değil, ekonomik araçlarla ülkeyi yönetiyor.
Sandığı da paranın sağladığı propaganda araçları ile kontrol altında tutuyor.
Halkın unuttuğunu sandığı 17 Aralık’tan sonra dönemin Başbakanı, yolsuzlukları savunmak için iki argümana sığınmıştı:
- Birincisi, ABD’nin kaynak olarak gösterildiği “dış operasyon” iddiasıydı;
- İkincisi ise ortalığa dökülen yolsuzlukların “hayır-hasenat işleri”ni finanse etmek için yapıldığıydı.
“Dış operasyon” doğrudan bu otokrasinin, ülke sınırlarını aşan para operasyonlarını, kara para ticaretini ve dolaylı olarak millî çıkarlarımızı hedef alıyor.
“Hayır-hasenat işleri” ise, “imam-hatip davası”, “dindar nesiller yetiştirme” gibi ulvî amaçlarla(!) kamufle edilen iktidar hesaplarını yansıtıyor.
Kısaca, “çalıyor ama çalışıyor”un bir adım daha ötesi, çaldıkları ile öbür dünyamızı imar ediyorlar.
Daha ne isteyebiliriz?
Yani devlet iktidarı para basıyor ve Sayın Erdoğan devlet kaynaklarıyla toplumun dinini satın alıyor.
Öte yanda ise 400.000 doları basan Türk vatandaşlığını satın alabiliyor!
Yeni vatandaşlarımızın kimin nesi olduğunun ne önemi var, yeter ki dolarlar gelsin!
Hani yurt dışından gelen parayı anında TL‘ye çevirmek zorunluluğu gelmişti? Hal böyle ise neden “vatandaşlık” ve “konut satışında” ayrıcalık yapılıyor?
Diğer konulara bakacak olursak;
- Mayıs ayında Sayın Erdoğan’ın “uygun fiyat” dediği Tarım Kredi Kooperatifi resmi rakamlara göre 249 milyon Lira zarar etmişti.
- Yine geçtiğimiz aylarda Vakıfbank 16 ülkeden 1 milyar dolar sendikasyon kredisi almıştı.
Ayrıca; - Batman Müzesi’nde “20 altın sikke”nin,
- Dolmabahçe Sarayı’ndaki “92 kg ağırlığındaki altın vazolar”ın,
- “Kaşıkçı Elması”nın,
- MSÜ Müzesi’ndeki “404 eser”in,
- Resim ve Heykel Müzesi’ndeki 250 milyon dolar değerindeki “302 tablo”nun,
- Zeugma Müzesi’nde 9 milyon dolar değerindeki “kayıp eserler”in nerede olduğu bugün hala açıklan(a)mamıştır.
Tıpkı 128 milyar doların nerede olduğu açıklan(a)madığı gibi bilinen ya da bilinemeyen nice kayıpların olduğu ayrı bir tartışma konusudur.
Bitmedi, bitmez!
Cennet Koyu’ndaki 678 bin metrekarelik “sit ve koruma alanındaki” arazinin “sit alanından” Mehmet Cengiz’e satılarak arazide 100 villa ve 1 otel yapılacağı için halk ayaklanmış durumda.
Muğla Valiliği ve Türkiye Çevre Koruma Vakfı’nın iştiraki bünyesinde bulunan “sahiller, plajlar, yat bağlama tesisleri, iskeleler” ve “koylar” anayasaya aykırı olarak Deniz Kıyı ve Çevre Yönetimi A.Ş’ye devredildi!
Oysa 2020 yılında ne demişlerdi?
“Muğla koy-kıyı ve deniz alanlarına kimse göz koyamaz!”
Bırakın “göz koymayı” adeta “gözünü oydular!”
Bugün Sayın Kılıçdaroğlu’nun baskısı ile KYK borçlarının faizlerinin ve enflasyon farkının silinmesi öyle takdir edilecek değil, uygulanması gereken bir durumdur.
Kısacası bu talan ekonomisi ile akıtılan paralar “işsizin, asgari ücretlinin, yatağa aç girenin” cebinden çıkıyor.
Esas itibari ile siyasi mücadelenin asıl ve en önemli konusu, millî gelirin nasıl paylaşılacağıdır.
AKP bu anlamda önemli bir gerçeği yakalamış, yoksul kitlelerin toplumsal hayatın kenarlarına itilmiş bulunduğunu fark ederek onların “politikada sözcüsü” haline getirmiş gibi göstermiştir.
Bunu en net şekilde evlere yapılan yardımlar, miting alanlarında dağıtılan kumanya, milletin alanlara binlerce otobüsle ücretsiz taşınması ve son dönemde partili Cumhurbaşkanının çay dağıtması ile fakir fukarayı nasıl satın aldığını hepimiz gördük, görüyoruz.
Son olarak hatırlatmak isterim ki Atatürk, Cumhuriyet için; “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare” ifadesini kullanmıştır.
Buna göre de Arapçada “halk” anlamına gelen kelimenin Türkçe karşılığı “cumhur”, halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği “demos” ve “kratos”, yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir.
…ve tarih tekerrürden ibarettir:
30 Ekim 1923 sabahında Mustafa Kemal’in İnönü’ye yazdığı mektupta
“Bize, geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı, yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız, kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu, özgür bir toplum oluşturmak, çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız, bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim, Allah yardımcımız olsun.”
2023 seçimlerinden sonra yine yeniden “Allah yardımcımız olsun!”