Müjde!
Bakınız, TÜİK nasıl bir veri açıklamasında bulunmuş: Türkiye‘de doğuşta beklenen yaşam süresi 2019-2021 döneminde 77,7 yıla düştü.
Buna göre de kadınların erkeklerden 5,5 yıl daha uzun yaşadığı görülmüş olup, beklenen yaşam süresinin 15, 30 ve 50 yaşındaki kişiler için açıklandığı belirtilmiş.
Bu durumda doğuşta beklenen yaşam süresi, Türkiye‘de 2018-2020 döneminde 78,3 yıl iken, 2019-2021 döneminde 77,7’ye gerilemiş oldu.
Dünyaya bakacak olursak, 2019 verilerine göre doğuşta beklenen yaşam süresinin en yüksek olduğu ülkeler arasında Hong Kong (85 yıl), Japonya (84 yıl), İsviçre (83 yıl) yer almaktadır.
TÜİK nüfus projeksiyonları ve tahminlerine göre 2019 yılında doğuşta beklenen yaşam süresi 78,6 yıl olan Türkiye, 64. sırada yer almaktadır.
2019 yılı Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (EUROSTAT) verilerine göre, AB-27 ülkelerinde doğuşta beklenen ortalama yaşam süresi toplamda 81,3, erkeklerde 78,5, kadınlarda 84 yıldır.
Bu konuda yazılacak çok şey var doğrusu.
2002 yılında iktidara gelen AKP’nin sosyal politika alanında öne çıkan alanlardan biri sağlık olmuştu ve mevcut iktidar insan ömrünü kısaltmakta da dünya lideri olmuş gibi görünüyor.
Bugün itibariyle yirmi bir yıl öncekinden -olumsuz yönde- çok farklı bir sağlık sistemiyle karşı karşıyayız.
2002 yılında bir vatandaşın hekime müracaatı yılda 3,1 kez iken 2019 yılında bu sayı 9,8’e kadar yükselme göstermiştir.
Genel Sağlık Sigortası ile birlikte AKP öncesi dönemde olmayan yeni katılım payları da getirilmiş oldu.
Özel hastanelerde “ilave ücret”ten özel ve kamu bütün hastanelerde “istisnai sağlık hizmetleri”ne, “reçete bedeli”nden “eşdeğer ilaç farkı”na, hastanede “lüks oda ücreti”nden “yataklı tedavilerde de katılım payı düzenlemesine” kadar bir dizi yeni katılım payları, ilave ücretler gibi en az on kalemde yeni ödeme zorunluluğu hayatımıza zorunlu olarak yani “sorma ver parası” girmiş oldu.
Türkiye’de sağlık hizmetleri uzun yıllar boyunca kamu ağırlıklı olarak yürütülmüştür.
Bütün bunlardan bağımsız olarak bir özel sağlık sektörü de her zaman var olmuştur.
Bu özel sağlık sektörünün yapısı ise esasen hekim muayenehaneleri, laboratuvarlar, radyoloji merkezleri ile ağırlıklı olarak hekimler tarafından kurulup işletilen poliklinikler ve küçük tıp merkezlerinden oluşuyordu.
“Özel hastaneciliğin” asıl büyümesi ve dönüşümü ise AKP’nin “Sağlık Reformu” sürecinde gerçekleşti.
Başta özel hastanelerin sosyal güvenlik sistemi içine alınması ve özel hastanelere “ilave ücret” adı altında hastalardan para almasının serbest bırakılmasıyla birlikte özel hastaneler fırsatı kendi açılarından hızla değerlendirmiş oldular.
Özel sağlık sektörü, AKP dönemindeki bu “muazzam gelişimini” kamu sağlık sistemiyle rekabet ederek, zaten yetersiz olan kamu sağlık kurumlarını gerileterek, başta hekimler olmak üzere çok sayıda sağlık çalışanını –yine muazzam biçimde(!)- kendine çekerek gerçekleştirdi.
Yirmi bir yıldır bir yanda kışkırtılmış hasta talebinin altında ezilen, öte yanda özel hastanelerin rekabeti karşısında sürekli olarak sahip olduğu sağlık ve emek gücünü kaybeden kamu sağlık sitemi ne yazık ki sonunda tamamen çökmüş oldu.
Bugün bir vatandaşın sağlık hizmeti alabilmesinin esas olarak iki yolu bulunuyor:
- Ya parasını verip özel hastaneye gitmek
- Ya da acil servisteki “yeşil alan”da muayene olmadan reçete yazdırmak.
Bu arada Türkçemizde “muayene: tedavi etmek” anlamında kullanılan “hasta bakmak” fiili ise şimdilerde artık “hastaya (uzaktan) bakma”ya evrilmiş oldu.
Sonuçta AKP’nin “sağlık reformu”nun kremasını hastane patronları sıyırırken, hep birlikte çöken sistemin altında kalan hastalar, hekimler, sağlık çalışanları iken olan da şifa bekleyen hastalara oluyor.
Oysa tıp dünyasında mucizeler yaratan hekimlerimizle övünmek varken yaşanan olumsuzlukların boyutlarının büyüklüğü nedeniyle bu başarıların görmezden gelinmesi çok üzücü.
Hasta tedavisinin olmazsa olmazı olan kan nakline gelen %95 oranındaki zam Kızılay’ın en büyük ayıbıdır!
Bir torba kan ücretinin 502 TL’dan 980 TL’ye çıkarılmış olması ise hastaları ölüme davet etmenin en net fotoğrafıdır.
2019 yılında UNICEF “yetersiz beslenmenin” tüm dünyada çocukların sağlığına zarar verdiğini, yoksulluk, kentleşme, iklim değişikliği ve yanlış yemek tercihlerinin sağlıksız beslenmeyi yaygınlaştırdığını duyurmuştu.
Ülkemize baktığımızda ise maddi imkânsızlıklar, her ürüne ve besine yüzde yüzün üzerinde zamların gelmesi, gün geçtikçe halkın gıda güvencesini yitirmesine neden olmaktadır.
Türkiye ’90’lı yıllarda birçok ürün grubunda dünyada önemli üreticilerden biri konumunda iken, günümüzde –ne acıdır ki- ithalatçı konumuna geldi.
Ürün fiyatlarında da istikrarın olmaması, özellikle ithal edilen ürün fiyatlarının döviz kuruna bağlı olarak çok fazla artması, Türkiye’de gıda güvencesini tehdit altına almıştır.
Türkiye’de 1961 Anayasası’yla güvence altına alınan “gıda hakkı”, 1982 Anayasası’nda çıkarılmıştı.
Bu da “devlet, yurttaşının mikro besinler ile protein, yağ ve karbonhidrat bakımından yeterli gıdalarla beslenmesini sağlamak zorunda olmadığı” anlamını taşımaktadır.
Mevcut gıda yasası olan 5996 sayılı yasada da “gıda güvenliği” ne yazık ki tanımlanmamıştır.
2015-2020 yılları arasında “gıda zehirlenmesi” nedeniyle hastanelere başvuru yapan yurttaşlarımızın 1714’ü bu sebeple hayatını kaybetmiştir.
Bütün bunlar da Türkiye’nin gıda güvencesi konusundaki durumunu ortaya koyduğu gibi günümüzde artık bu gıdalara erişim de maddi olanaksızlıklar nedeniyle imkânsız bir hal almıştır.
Sonuç olarak açılan şehir hastanelerindeki sağlık çalışanlarının her gün eski çalışma adreslerinde mi yoksa şehir hastanelerinde mi çalışacaklarının belirsizliği çalışanların verimini düşürdüğü gibi hastaların da hekimlerine ulaşamamaları, tedavilerini geciktirdiği gibi sağlıklarını da olumsuz yönde etkilemekte, kimi zaman da ölümlerine de yol açmaktadır.
Diğer yanda ise tarım politikaları piyasaya ve tekellere göre düzenlenirken çiftçi üretemez, halk yeterli gıdaya ulaşamaz hale gelmiştir.
Kırdan geçinen köylüler, tarım işçileri, balıkçılar, gençler, kadınlar ve tüketiciler için doğa ciddi bir tehdit olan gıda krizini meydana getirmiştir.
Şirketlerin gıda sistemi ise kıtlık, açlık, salgın gibi risklere sebebiyet vermektedir.
Özetle halkın ihtiyaçlarının dikkate alınmadığı yapılandırmalar, kâr odaklı şirket tarımı, iklim krizi, ekolojik deformasyon, finansal spekülasyonlarla ilişkili olarak yoksulluk ve açlık ile ilgili bir gıda krizi yaşamakta olduğumuz gerçeği yadsınamaz.
Hükümetin tarım politikası ise bu bağlamda iflas etmiştir.
Halkın gıda egemenliği kurulmadığı sürece bu krizden çıkılabilmesi olası görünmemektedir.
Köylünün ve küçük çiftçinin kendi topraklarında yerel tohumlarıyla, doğayla dost, sağlıklı gıdalar üretmesine dayanan gıda egemenliği, yeterli gıdaya ulaşmanın, açlığı sonlandırmanın, ekosistemi korumanın, gezegeni soğutmanın, salgınları engellemenin, erken ölümlerin son bulmasının başlıca yollarından biridir.
Son olarak, Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan’nın ne dediğini hep birlikte hatırlayalım mı?
“Benim özlemim, sağlığın niyaz edilen bir lütuf değil, elde edilmesi için mücadele edilen bir insan hakkı olarak görülmesidir.”
Sağlığın Türkiye’de kayıtsız şartsız bir insan hakkı olması dileği ile darısı 15 Mayıs itibari ile başımıza…
askimtan@yahoo.com