15 Ocak 1902 tarihinde Selanik’te dünyaya gelen “Güzel Yüzlü Şair, Mavi Gözlü Dev” veya “Romantik komünist, Romantik Devrimci” olarak anılmıştır. Siyasi düşünceleri nedeni ile defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül alan üstad, 3 Haziran 1963 tarihinde hayata veda etmiştir.
Bir de büyük aşkı Vera vardı yaşantısının büyük bölümünde…
Vera Tulyakova’nın Kaleminden Nazım Hikmet’e Dair İlginç Anılar
Tam adı Vera Tulyakova, Nazım Hikmet’e dair İlginç anılarını kaleme almıştır. Gelin hep birlikte bu ilginç anılara hep birlikte bir göz atalım ve büyük ustayı saygı, sevgi, özlemle yâd edelim.
Nazım Hikmet’e Dair Hiç Bilinmeyenler
Nazım Hikmet’tin son eşi Vera Tulyakova “Bahtiyar Ol Nazım” kitabında Nazım Hikmet’le yaşadığı tüm acıları, mutlulukları, gezileri ve diğer tüm güzel anıları tek tek anlatıyor. Bu kitaptan derlenen eşsiz anılar Nazım Hikmet’i daha iyi tanımamızı sağlayacak…
Bir Pastanın Akıbeti
Moskova’daki evlerinde dostlarla yemek yemişlerdir ve misafirlik sonrası masada kalan pastayla ilgili Nâzımın söyledikleri ve sonrasında pastanın akıbeti hakkında şunları hatırlamaktadır Vera:
“Şu pastayı hemen buzdolabına kaldır, gözüm görmesin. Şimdi üzerine saldırabilirim ve o da ben de mahvoluruz. Şişmanlamamam gerek. Benim için ölüm demektir bu.
-…ve sonra, sabahleyin buzdolabına göz attığımda, orada bir dilimi bile kalmamış olurdu pastanın. Geceleyin uyanmış, oracıkta, buzdolabının hemen önünde, hırsız gibi haklamıştı kurbanını. Tabii çatali bıçak da kullanmadan. Çevreye kırıntılar saçılmış, yerdeki muşambaya krema bulaşmış olurdu…”
Nazım’ın Bitmek Bilmez Tatlı Aşkı
Kahire’de Çek dostlarından biriyle karşılaşan Nâzım, beraberindeki Vera ile birlikte bu dostun peşine takılırlar. Mesele gene tatlıdır, ancak bu sefer bambaşka bir tatlı:
Nâzım, gerisinde çocukluğunun bütün tatlılarının yattığı camlı vitrinin önünde durdu:
Veracığım, tut beni! Şimdi burada ne varsa satın alabilirim! Öyle lezzetlidirler ki!
Hepsi de tıpkı Türkiye’deki gibi! Şu baklavaya bak, şerbeti nasıl sızıyor. Ah, hiçbir zaman böyle harika bir şey yememişsindir. Ağzım sulandı. Çok gülünç olduğumu biliyorum, ama elden ne gelir. Doğunun bütün bu hazinesini bir anda gövdeye indirmek isteği öldürecek beni!
Kahire’den ayrılmadan önce Nâzım bu tatlıcıya bir kere daha uğradı ve uzak yere götürmek için bir kutu baklava hazırlamasını rica etti. Şerbetinin akmaması ve erimemeleri için her türlü önlemi alarak yerleştirdiler kutuya baklavaları ve en küçük bir delikten uçup gidebilecek mücevher tozunu paketler gibi paketlediler. Nâzım kutuyu renkli fiyongundan tutup kaldırdı ve bir debdebeyle, elini sıkarak vedalaşırken, tatlıcıya bu leziz şeyleri Moskova’da oturan ve hayatında hiçbir zaman gerçek baklava yememiş olan kendisi gibi Müslüman bir dostuna hediye olarak götüreceğini açıkladı. “Evet, tabii, her yerde Müslüman var, Moskova’da da. Elbette. Ya ne sanıyordunuz?”
Uçakta Nâzım kutuyu dizlerinde tutuyor ve parmaklarıyla fiyongunu çözüp bağlıyordu.
–Şunu ver de yukarı koyayım, -dedim.
–Dursun, yorulmadım, -dedi Nâzım.
Bir süre Nil üzerinde uçtuk. Çocukluğumuzun “mavi” Nil’i koyu sarı bir renkte görünüyordu yukardan. Gözlerimi ayırmaksızın bakıyordum pencereden. Bir süre sonra Nâzım’a döndüm. Fiyongu çözmüş, kutunun içindeki kâğıdı hışırdatıyordu.
–Ne yapıyorsun? – diye sordum hayretle.
–Baklava akmış mı akmamış mı bir bakayım dedim – diye yanıtladı.
Kutunun içine göz attım. Baklavalardan bir tanesi kayıplara karışmıştı.
–Ama onu Ekber’e hediye olarak götürüyorsun,- diye anımsattım.
–Çok var canım. Tam on parça. Hepsini birden yiyecek değil ya, uzun süre de kalmaz. Kurur. Lezzetini yitirir,– diye yanıtladı beni,- Kirovobad baklavasından da kötü olur…
Kutuyu yeniden bağladım, Nâzım sakinleşir gibi oldu.
–Uyumuyor musun?– diye birkaç kez sordu bana.
–Uyumuyor musun?
Bir ara dalmışım. Gözlerimi açıp Nâzım’a baktığımda ağzı doluydu, avurtları şişmişti. Kutuya baktım, yırtılıp açılmıştı. Selefon kâğıtları paramparça olmuş, baklava da yarıdan aza inmişti.
–Ne yapıyorsun Nâzım! -dedim sitemle.- Neredeyse hepsini bitirmişsin baklavanın!
-Bilmiyorum! Kendimi tutamadım. Nasıl olduğunun farkına varmadan yemişim. Biraz daha kaldı, ama şimdi bunları yiyip bitirmek gerekiyor. Bu kadar az şey vermek ayıp olur– ve bir saniye duraksamadan sonra geri kalan baklavaları da birbiri arkasına attı ağzına.
–Tanrım, şimdi Ekber’e ne diyeceksin? -diye sordum.
– Ne kadar üzülecek…
–Canım, niye üzülecekmiş? – diye çabucak yanıtladı Nâzım.
– Kendisine baklava getirdiğimi bilmiyor ki. Öyleyse üzülmeyecek.
Şeremetyevo havaalanında uçaktan inip de Ekber’i gördüğümüzde Nâzım onu kucakladı ve şöyle dedi:
–Oy Baba, babanız baklava getirdi size. Kahire’den. Hakiki baklava!
Ama yolda kendini tutamayıp hepsini yedi.
Nazım’ın Küçük Hırsızlıkları
Nazım Hikmet ile evladı arasına kilometreler girmişti fakat Vera’nın ilk evliliğinden olan kızı Anyuta yanı başındaydı işte. Onun sevgisini ve güvenini kazanmak öz çocuğuyla arasına giren mesafelerin azalmasına vesile olacaktı bir nevi. Vera, Nazım’ın vefatının ardından paylaştığı anıda küçük bir çocuğun kalbine girebilmek için hırsızlık bile yapabileceğini gösteriyor bize:
“Yurtdışında uzun süre kaldığımızda, annemin ve Anyuta’nın hediyelerini Nazım seçerdi. Fakat bu yeterli görünmüyordu ona. Anyuta için özel bir şey yapmak istiyordu. Öyle ki, Anyuta, Nazım amcasını onu unutmadığını anlasın. Şöyle diyordu: “Ona bir bluz ya da pabuç alabileceğimi biliyor. Hayır, iş bunda değil” …ve bir gün buldu ne yapması gerektiğini. Bir yolculuktan Moskova’ya döndüğünde Anyuta’yı yanına çağırdı ve şöyle dedi bir komplocunun ses tonuyla: “Al Anyuta, sakın kimseye söyleme, yoksa ikimiz içinde çok ayıp olur! Bütün bunları senin için aşırdım” ve kızın kucağına, yabancı uçaklarda yolculara verilen renk renk yuvarlak balonlar, “Karavella” tuvaletinden bir şişe kolonya ve daha bir sürü ıvır zıvır doldurdu. Şimdi bunları birbirine bağlayan gizli bir sır vardı aralarında. Anyuta, sorgulamadaki bir partizan gibi saklıyordu Nazım amcasının gizini. O andan sonra Anyuta için hırsızlık yapmak Nazım için bir tutku oldu.
Bir gün Paris’te bir Italyan “Karavella” uçağına bindik ve Nâzım hemen “çalışmaya” koyuldu. Hostes şekerleme tepsisiyle gelir gelmez Nâzım bir avuç aldı, sonra biraz duraksayıp bir avuç daha aldı. Hostes, yardımcısı erkek görevliye “Ne kadar açgözlü bu bay” dedi. Nazım anlamıştı. “Açgözlü değilim” dedi ve dürüstçe, Moskova’da küçük bir kızı olduğunu ve eğer ganimetsiz dönerse kendisini unutmuş olduğunu düşüneceğini açıkladı. Genç kız büyük bir ciddiyetle dinledi Nâzım’ı ve beş dakika sonra, görkemli bir tavırla, “Alîtalia”
firmasınca pek güzel paketlenmiş bir kilo akide şekerini bir ödül gibi getirip sundu ona. “Alamam bunu! Mesele bu değil! Anlıyor musunuz, bu değil mesele! Dürüst olmam gerek! İşin püf noktası burada, onun için hırsızlık yapmamda, anlıyor musunuz?!” Kız güldü. “Böyle tuhaf bir bayla karşılaşmadım hiç” dedi ve bir komplocu gibi, bazı yararlı öğütler fısıldadı ona. Uçaklarında neyin nereden aşırılabileceğini söyledi.
–Teşekkür ederim, teşekkür ederim cancağızım,- diye şakalaştı Nâzım, –çevreyi
iyice kolaçan edemedim daha. Birazdan keşfe çıkarım… Sonra dergileri
karıştırmaya başladı. Bunların arasında kalın bir “Air France” dergisi de
vardı, daha çok reklamlardan oluşan ve birden, – Vera, bak şuna, -diye
bağırdı,- olacak şey değil! Benim şiirim! Deniz üstüne olan. Sayfayı Abidin
düzenlemiş!
– Cancağızım,– diye seslendi hostese,-burada şiirim var benim. Bu dergiyi bana
hediye edebilir misiniz?
– Bizim dergimizde ancak ünlüler yayımlanır. Demek siz… Gidip hemen kaptan
pilota sorayım– …ve elindeki dergiyle koşup gitti. Kaptan pilot bir söylev verdi ve dergiyi görkemli bir tavırla Nâzım’a uzatarak “dümen başında” olduğu için bu
olayı İtalyan usulü, gerektiğince kutlayamamaktan ötürü üzüntüsünü belirtti.”
Nazım Hikmet’in “Asya-Afrika Yazarları Kurultayı” Tarihi Konuşması ve Çin Heyetine Resti
Nâzım Hikmet Rus heyetinin başında ama Türkiye temsilcisi olarak Asya-Afrika Yazarları Kurultayı’na katılıyordu. Çin heyetinin küstah tavırları karşısında daha fazla sessiz kalamayan Nâzım Hikmet, şairliğine yaraşır şekilde kürsüye çıkıp destansı bir konuşmaya imza atıyordu:
“Kurultay 12 Şubat 1962’de açıldı. Faruk Saray salonu delegelerle dolu. Bu bir sarı ve kara derili insanlar deniziydi. İlk kez böyle olağanüstü bir toplantıya katılıyordum, o da yarı yasal olarak. Uzakta, önde, senin geniş ve güçlü boynunu görüyorum. Başkanlık divanı seçimine başlamak üzereyken Çin delegesi ansızın kalktı ve şunları söyledi: “Şimdi burada bulunan bir yazarın oy hakkından yoksun bırakılmasını istiyoruz. Kendisi burada Türkiye edebiyatının temsilcisi olarak bulunuyor. Nazım Hikmetten söz ediyorum. Türkiye pasaportu taşımayan, burada Moskova’nın pasaportuyla gelen bir kimse nasıl Türkiye edebiyatının elçisi olabilir? Kendisinin delegelikten çıkarılmasını istiyoruz.”
Salona derin bir seslik çöktü. Birkaç saniye sonra ilerideki sıraların ortalarından Nazım’ın usulca çıktığını, acele etmeksizin kürsüye yürüdüğünü ve delegelerin önünde rahat sakin, onurlu durduğunu gördüm bir süre sessizce insanların gözerine baktı. Salondaki sessizlik daha da derinleşti.
“Sanıyorum ki” dedi “Asya-Afrika Yazarları Kurultayında Türkiye’yi temsi etmek hakkına sahibim, çünkü kendi halkının dilinde yazan bir yazar ülkesinin edebiyatını temsil etme hakkına sahiptir ve burada bir yazarlar toplantısı yapılıyor, polis toplantısı değil. Ne yazık ki yurdumda, Türkiye’de bugün benden daha iyi bir şair yok. Bundan da öte, sanıyorum ki, salonda bulunanlar arasında bugün dünyada en tanınmış şair benim. (Alkışlar duyuldu.) Eğer abartıyorsam ve herhangi bir kimseyi incittiysem, lütfen gelsin, sevinçle elini sıkmaya hazırım.”
Delegeler soluklarını kesmiş oturuyorlardı. Kimse kımıldamadı yerinden. “Öyleyse saygı değer yazar arkadaşlarım, beni sadece oy hakkından yoksun kılmamakla kalmayıp, şimdi, şu anda başkanlık divanına seçmenizi istiyorum. Oyu olumlu olanlar elinizi kaldırın lütfen.” Bir eller ormanı kalktı yukarıya. Nazım geçip başkanlık divanına oturdu, fakat eller hala yukarıdaydı. Dış görünüşüyle sakindi. Fakat bu zaferin ona neye mal olduğunu tahmin edebiliyordum. O ki, evimize gelen kimi gençler tanışmak için ellerini uzatırken kendilerini: “Ben, şair filan ya da falan…” diye tanıttıklarında şaşırırdı her zaman. Onlara gizlemediği bir ironiyle bakar ve sonra her zaman şöyle derdi: “Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım ve kimi kez hiç de fena değildir yazdıklarım, ama hiçbir zaman ‘Ben şairim’ diye tanıtmam kendimi… Bizde, Doğu’da, şairim demek, övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle aynı şeydir…”
Nazım Hikmet Okumak Yasak!
Kalbine saplanmış bir hançerdi memleketi, dertli milletinin şiirlerini okuyamamasından dem vuruyordu Vera’ya:
Bir keresinde şöyle dedi bana: “Geçenlerde şiirlerimin İzlandaca çevirilerini gönderdiler… Şaşılacak bir şey… Ama Türkiye’de yayımlamıyorlar beni. Zaten yayımlasalardı da, o şiirleri kendileri için yazdıklarım okuyamayacaklardı, çünkü okuma yazmaları yok…”
Turşuyla Bir Kadının Kalbini Çalmak
Nazım, Vera’ya bir anda vurulmuş ve onun kalbini çalmak en büyük arzusuydu, ona türlü türlü hediyelerle kur yapıyordu;
“Ertesi günden başlayarak Nazım atağa kalktı. Bana, henüz genç olduğunu kanıtlamaya karar vermişti. Onu unutmam şurada dursun, kendisinden bir dakika bile kopmama olanak vermiyordu. Günde on kere telefon ediyordu… Hiçbir şey umurunda değildi: Çalışmakta oluşum, evli oluşum, kendisiyle telefonda konuşmamın kimi kez uygun olmayışı ve çoğu kez olanaksızlığı… Açıyordu telefonu. Senaryo bölümünden bir an ayrılmayayım, hemen dört katlı stüdyoda aramaya başlıyorlardı beni, Nazım telefondaydı. Ya kendisi getiriyor ya da şoförüyle kocaman pastalar, kutu kutu çikolatalar, çiçekler gönderiyor ve daha türlü türlü şeyler yapıyordu beni kendisine kadınca ilgi göstermeye zorlamak için. Artık bir çocuğa
davranır gibi davranmıyordu bana. Onun gözünde kadın olmuştum artık ve Dumas’nın, Dostoyevski’nin romanlarında kadınlara nasıl kur yapılıyorsa, öyle kur yapıyordu bana.”
Ancak Nazım kendi gibi sıra dışı bir kadına aşık olmuştu ve Vera çikolatalarla tavlanacak bir kadın değildi;
Yine elinde çiçeklerle Vera’ya gittiği bir gün Vera’nın iş arkadaşı Rais öğüt verdi ona : “Eğer onu hoşnut etmek istiyorsanız hıyar turşusu, çiroz gibi şeyler getirin de bakın o zaman nasıl sevecek sizi.”
Bu öğütten sonra litre litre turşular Vera’nın masasına doluşmaya başladı, sonrası, hepimizin malumu. Nazım turşuyla kalp çalan ilk erkek olarak tarihe geçiyordu…
“Kız Çocuğu” Şiirine Japon Çocukların Teşekkürü: Kağıttan Bin Turna Kuşu
Nâzım’la son Pazar sabahında, Nâzım’a kahve pişirmiştir Vera. Nâzım hasret kaldığı memleketinden gelen kahveyi yine aynı hasretle içmiştir. Vera yarın yaşayacağı felaketten bihaberdir. O son günle ilgili şunlar dökülür Vera’nın kaleminden;
“Korkunç günün arifesinde, Pazar günü ilk ben kalktım. Yanında yiyecek bir şeylerle küçük bir fincan Türk kahvesi getirdim sana. Kahveyi içtikten sonra kalmadın. Gazetelerin ortasında yatmayı sürdürüyordun. Ben çalışma odasına geçip hızlı bir tempoda çalışmaya başladım. Saat onikide “Turnalar” adlı oyunu Merkez Çocuk Tiyatrosu’na yetiştirmek için söz vermiştim. Oyunu yazmanı senden istemişlerdi, ama sen sonra benim üstüme yıkmıştın ve ben de yetiştiremiyordum işte. Oyun Hiroşima trajedisi üzerine kurulmuştu. Bir avuç küle dönen küçücük çocukların kısacık yaşamlarına ve şimdi Hiroşimalı çocukların kâğıttan yaptıkları turnaları anlatıyordu. Bu turnalardan bin tane yapıldığında ölen çocuklardan birinin dirileceği inancıyla çalışıyorlardı. Senin küçük Japon kızın ağzından yazdığın şiiri, bu nedenle, pek çok kez okumuştum son günlerde. Senin önerinle oyunun içine de koymuştuk dizelerini. İkisi birbirini mükemmel tamamlıyordu.”
Sonra ölür Vera’nın Nâzımı. Geriye Vera’nın göğsünde taşıdığı dağlanmış bir yürek kalır. Bir türlü kabullenemez bu ölümü. Nâzım’ın hayaliyle konuştuğu bir günde, kocaman bir kutu gelir evine Vera’nın. İçerisinde de Nâzım’ın ölümünden yirmi gün sonra yazılmış bir mektup. O sevgi dolu kutunun içinden çıkan mektupta şunlar yazılıdır;
“Minik sarı parmakların ustalıkla yaptığı renk renk kâğıt turnalardan bir çelenk var kucağımda. Bir de mektup:
Unutulmaz insan Nâzım Hikmet,
Hiroşimalı küçük kızların armağanını kabul edin lütfen. Anınızın önünde başlarımızı minnettarlık ve saygıyla eğiyor, cenazenizin önüne yaptığımız binlerce turnayı, dünyaya özgürlük ve sonsuz barış taşıyan binlerce kuşu bırakıyoruz.
Değerli Nâzım Hikmet’e, ailesine ve yakın dostlarına, barış için savaşmayı sürdüren Hiroşimalı okul çocuklarından; Hiroşima kâğıt turnaları derneğinden. 23 Haziran 1963.”
Nazım Hikmet Gemisi
Nâzım Hikmet vefat ettikten sonra Sovyetler Birliği tarafından sürekli Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından giriş ve çıkış yapan bir gemiye “Nâzım Hikmet Gemisi” adı verilmiştir. Ölüm-doğum günlerinde ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü gibi özel günlerde Vera Tulyakova’ya, altında gemi kaptanı ve mürettebatının imzasının olduğu bir başsağlığı ve/veya tebrik mektubu yollanmıştır.