Arabesk…
Sonuçta televizyon, bir şehirlinin “olmazsa olmazı” idi.
Kente gelen bireylerin karşılaştıkları gerçeklik ile kendi geçmişlerinden getirdikleri gerçeklik arasındaki fark, şehirde iyiden iyiye açılmış ve köydeki o kitlesel ortak yaşamdan kopan insanlar, kendilerini kalabalıklar içinde yapayalnız hissetmeye başlamışlardı.
Köylerindeki kır yaşamının verdiği güven, şehirde yerini büyük bir tedirginliğe ve güvensizlik ortamına bırakmıştı.
İşte tam da bu bağlamda arada sıkışık kalmanın, tutunamamanın verdiği acı, “arabesk” adı verilen müziği doğurmuştu.
Gerçekten de arabesk, Türkiye’nin son derece sancılı ve sakat geçen modernleşme sürecinde doğan ve belli bir toplumsal karşılığı olan bir müzik olarak tarif edilebilir.
Müzik konusunda resmî ideolojinin köyden gelen insanları şehirlerdeki fabrikalarında ucuz iş gücü ile çalıştırmak üzere kabul etme tavrı da önemli olduğu gibi öte yanda taşralının müziğini, konuşma şeklini, dünyaya, ahlaka, eşyaya bakışını istemiyor, dışlıyordu.
Bu noktada kentlinin hem ihtiyaç duyduğu, hem de kültürünü istemediği yeni bir kitle doğmuş oldu.
Ötekileştirilen banliyö kesim ile resmi ideolojinin müzik anlayışının uyuş(a)maması sonucunda, geçmişe ait müzikal damarları kesilen, dayatılan ve belli bir toplumsal karşılığı olmayan üstelik bu toraklara hiç de hitap etmeyen müzikleri zorla dinlemek durumunda kalan halk, böylelikle “arabesk müzik” türünü meydana getirmiş oldu.
1960’lı yılların başlarında resmi formda türküler ve klasik Türk müziği popülerken, taşrada da Türk halk müziği, kentlerde ise Türk sanat müziği ile batı müziği ilgi görürken, arabesk türünün doğuşu toplumu ikiye bölmüştü.
Sert eleştirilere maruz kalan bu yeni müzik türü, TRT tarafından reddedilip yasaklanırken, halk tarafından hayaller ve yaşam biçimi arasında umuttan daha büyük farklılıkları olan kişilerin kültürü haline gelmiş olmasından dolayı hızla benimsenmeye başlamıştı.
Sonuç olarak arabesk, “Türkiye’nin modernleşme sürecine kültürel bir yanıt” olarak da kabul edilebilir.
Seçici, herkesle ortak zevklere sahip olmayan elitist ve dışlayıcı tavırlar kadar resmî yasaklamanın ve ambargoların bir nesnesi olsa da “arabesk müzik” yaşandığı toplumsal dinamikler sayesinde de benimsenmiştir.
Bu türün kimi kesimler tarafından 80’lerde “Frankfurt Okul Geleneği”ne dayandırılması hatta bağdaştırılması ise oldukça ilginç bir bakış açısıdır.
Söz konusu gelenek, kimi kesimler tarafından 12 Eylül, sol kesimin bütünüyle çekildiği, aslında Frankfurt Okulu’nun doğmasına yol açan şartların aynısının Türkiye’de de yaşandığı bir dönem olarak görülmektedir.
Bu dönemde solun ütopyası çökmüş, Stalinizm büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve Feuerbach’ın 11. tezi artık mümkün görünmüyordu.
(“Felsefe, dünyayı anlamaktır ancak artık anlamak yetmez eyleme de geçmek gerekir, felsefi anlamalarımızın toplumlarda değişmeye yol açması lazımdır” şeklinde özetlenebilecek önemli bir felsefe sıçramasıdır.)
Yani “dünyayı değiştirmek mümkün değilse yeniden anlayalım” dediler” ve Frankfurt Okulu’nun böyle bir çabanın ürünü olarak doğduğu öne sürülmüştür.
Türkiye’deki “arabesk” akımının da bu boşluktan gelerek yaygınlaştığı -kimilerince- ileri sürülmektedir.
Özetle, “Türkiye’nin sancılı modernleşme sürecindeki kent sosyolojisinin notalara dökülmüş halidir arabesk müzik”.
Gelin görün ki toplumumuz -ne yazık ki- tüm avantajlarına rağmen (Atatürk devrimleri, Kurtuluş savaşı, Cumhuriyet) bir şekilde bu arabesk kültüre esir olmuştur.
Çünkü ülkedeki yanlış yönetim, açlık-işsizlik, ekonomik sıkıntılar gibi daha birçok nedenle bugün ve yarın Ferdi Tayfur’dan “Durdurun Dünyayı”, Müslüm Gürses’ten “İtirazım Var”, Orhan Gencebay’dan “Batsın Bu Dünya” gibi şarkıları dinlemeye daha çok devam edeceğiz gibi görünüyor.
askimtan@gmail.com