Arabesk…
Bu sözcük dilimize Fransızcadan geçmiş olup, genellikle umutsuzluk, keder ve acı gibi duyguları konu edinen bir müzik türü olarak tarif edilir.
Arabesk, aynı zamanda “kıvrıla kıvrıla birbirinin içinden geçerek uzayıp giden yapraklı dalları andıran bezeklerden ya da birtakım geometrik biçimlerden oluşan yüzey bezeme türü olan girişik bezeme” anlamına da gelmektedir.
Sanatsal anlamda bir stil ve mimari anlamda bir süsleme biçimi olduğu gibi, birçok sanat dalında da bu figürler kullanılmıştır.
Müzik alanına baktığımızda ise bu stil etkisini göstererek “arabesk” adını almış olup, bu yazımda müzik ve yaşam biçimini geçmişten günümüze mercek altına almak amacındayım.
Sizlere “traktör, Marshall Planı” ve “arabesk” diyecek olursam, bu üçlemeyi belli bir biçimde ilişkilendirebilir misiniz acaba?
Lafı uzatmadan kronolojiye hep birlikte bir göz atalım.
1949 yılındaki Marshall Planı ile Türkiye’de traktörün kullanımı ciddi bir hacim kazanmıştı.
Traktörün kırsal alana girmesi, kırda yaşayan ve tek geçim kaynağı tarım olan kitleleri bir anda işsiz bırakmıştı.
Kırda para kazanamayan köylüler 1950’den itibaren son derece yoğun ve hızlı bir şekilde “umut kapısı” olarak gördükleri büyük kentlere, özellikle İstanbul’a göç etmeye başladılar.
Bu yoğun göçler sırasında ortaya çıkan kentleşme, sağlıklı bir şekilde olmayıp son derece düzensiz bir halde gerçekleşiyordu.
Bu plansız kentleşme sonucunda şehirlerin çevresi hukuksuz, sağlıksız, altyapısı olmayan gecekondu adı verilen binalarla sarılmıştı.
Hızlı kentleşme ve yoğun göç olumsuz etkilerini hukuki, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda da hissettirmeye başlamıştı.
1950’li yıllardan sonra hızla gelişen ve sanayileşen Türkiye’nin kırsalı aynı hızla büyük kentlerin kenar mahallelerine akın etmişti ve bu göçle gelen sadece insanların bedenleri değildi.
Farklı coğrafi yörelerden insanların şehre göç etmesi, kırsalın adetlerini, ilişkilerini, zihin yapılarını, dünya-evren algılarını, beğenilerini, ahlak anlayışlarını ve daha birçok insana ait manevi birikimlerini de şehrin çeperine getirip koydukları gibi müziklerini de beraberlerinde getirmişlerdi.
Geldikleri bu yeni alanda kendilerinden farklı bir konuşma ağzı, türkü söyleme biçimi, giyim kuşam anlayışı vs. gibi folklorik farklılıklarla karşılaşan göçmenler, kendi toplumsal gerçekliğine hiç de benzemeyen bu yeni yapıya adapte olmaya çalışarak, yaşadıkları kültür şokunu atlatmaya ve yeni düzene tutunmaya çalıştılar.
Bu tutunmanın ilk ve en vurucu göstergesi ise gecekonduları yapmaları olmuştu.
Gecekondu çevrelerine kümes kurup, dışarı çamaşırlarını asıp, yol ortasında halılarını yıkadılar.
Kente gelen göçmen, bir yanda kendi geçmişinden getirdiği kültürünü yaşa(t)maya çalışırken, diğer yanda da şehirle bütünleşmeye çalışıyordu.
Tuvaleti olmayan evlerin televizyonlarının olması ve bu evlerin üzerlerinde anten yığınlarının olması, kentle bütünleşme çabasının net göstergelerinden birisiydi. devam edecek