“Benim sana verebileceğim çok bir şey yok aslında. Çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen…” demiştir koca Veysel.
Ne dersiniz, acaba Sayın Cumhurbaşkanı da milletine “Benim size verebileceğim çok bir şey yok aslında. Çay var içerseniz, ben var severseniz, yol var giderseniz…” mi demek istiyor halkının başına attığı çaylarla?
Ülkemizdeki çay kültürünün yarım asırdan daha fazla bir geçmişi bulunmaktadır.
Osmanlı dönemindeki çay ile ilgili tarım faaliyetlerine yönelik araştırmalar bugüne kadar ihmal edilmiştir ve bu ihmalin sebebi ise ne yazık ki tarihçiliğimizle ilgilidir.
Osmanlı’yı eski kudretine kavuşturup siyasi etkinliğini artırmak amacı ile 18’inci yüzyıl sonlarında bir Tanzimat hareketi başlatılmıştır.
Tanzimat hareketi ile askeri, idari, sosyal alanlarda olmak üzere hayatın hemen her noktasında reformlar öngörülmüş ve Osmanlı hükümeti tarım politikalarını da gözden geçirmiştir.
Bu dönemde modern ziraat biliminin öğretilmesi amacı ile İstanbul, Bursa, Selanik gibi büyük kentlerde ziraat okulları açılmıştır.
Abdülhamit’in başlattığı tarım ve ziraat reformu kapsamında çay tarımına ilişkin ilk ciddi adımlar atılmış olup, Osmanlı döneminde çay üretimine dair ilk somut bilgi 1879 yılında Trabzon Vilayet Salnamesinde(*) kayıtlara geçmiştir.
Salnamede, Lazistan sancağına bağlı Hopa kazasında 20 bin, Arhavi nahiyesinde 5 bin olmak üzere toplam 25 bin tonu aşkın çay üretildiği belgelenmiş ve halk arasında “Moskov çayı” olarak tabir edilen ancak aslında “Çin çayı” olan bu bitki o dönemde Trabzon ve çevresinde de yetiştirilmiştir.
Yani anlaşılacağı üzere Türkiye’de çay ilk defa çiftçiler tarafından 1870’lerin sonlarında Artvin bölgesinde yetiştirilmiştir.
1878’de ise, Hopa’da ve Arhavi’de çay ekimi başarılı olmuştur.
Çalışmak için Rusya’ya giden yöre erkekleri, oradan getirdikleri çay fidanlarını evlerinin bahçelerine ekmeye başlayınca çay bitkisi de Türkiye topraklarına girmiş oldu.
Çay kısa bir süre sonra kazanç kapısı haline gelince, devletin çaya vergi koymuş olması bugün hangimizi şaşırtabilir?
Çiftçilerin bu durumdan şikâyetçi olmaları üzerine Trabzon valisi Yusuf Ziya Paşa vergi koymak yerine çay üretiminin teşvik edilmesi gerektiğini hükümete bildirmiş ve vergiler kaldırılmıştır.
II. Abdülhamit ise çay tarımına önem vererek, konu ile ilgili her türlü gelişmeyi yakından takip etmiştir.
1896’da Buharalı Yusuf, Trabzon’da yetişen çay yapraklarını henüz genç filizler halindeyken ağaçtan toplayarak işleyip, beyaz çay elde etmiş ve padişaha bundan bir paket hediye etmiştir.
Bu olayın üzerine, II. Abdülhamit, Trabzon ve çevresinde çay ekimini inceletmeye almıştır.
Osmanlı kültürüne “şifalı bir ot” olarak giren çayın 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tiryakileri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Müşterilerine sadece çay ikram eden, içerisinde oyun oynanmasına izin verilmeyen ve hoşça vakit geçirme imkânı sunulan bir “çayhane” de bu dönemde doğmuş olup, Osmanlı İstanbul’unun çayhaneleri de başlıca beş grupta incelenmiştir:
- Birinci ve en önemlisi, fikre, edebiyata, musikiye kucak açmış şehrin irfan simalarını, şair, edip ve münevverlerini bir araya getiren, ağır meclislere sahne olan çayhanelerdir.
- İkincisi, mesai bitiminde günün yorgunluğunu atmak, aktüel konularda günlük politikaları tartışmak arzusundaki küçük devlet memurlarının buluşmasına zemin hazırlayan çayhanelerdir.
- Üçüncü çayhane tipi, sanat ve siyasetin dışında, geçim ve ekonomi meselelerinin konuşulduğu, hali vakti yerinde esnaf ve halk tabakasının birleşerek yârenlik ettiği çayhaneler olmuştur.
- Dördüncüsü, işi gücü mahalle sınırını aşmayan gelir sahipleri ile mirasyedilerin devam ettiği marjinal çayhaneler idi.
- Beşinci gruba giren çayhane türü ise, ayaktakımı ve külhanbeylerinin devam ettiği çayhaneler olmuştur. Buralarda bahsedilen tipler, kendi aralarındaki problemleri çözmek, hesaplaşmak, kendi deyimleri ile “racon kesmek” ve kendilerince söyleşip eğlenmek için bir araya geldikleri mekanlar olmuştur.
Cumhuriyet’in ilanından önce, Rize’ye çayı getiren kişi ise 1910’larda Rize Ziraat Odası Reisliği’ni yürüten Hulusi Karadeniz’dir.
Hulusi Bey, Rusya’nın işgali altında olan Batum ile Rize’nin iklim şartlarının benzerliği noktasından hareket ederek, 1912’de oradan Rize’ye tohum getirmiştir.
Bahçesine ektiği çay tohumları kısa bir süre sonra sonuç vermiş, ancak Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ve Osmanlı imparatorluğunun savaşa girmesi ile çay tarımı girişimini yarım kalmıştır.
Hulusi Bey, Rize’nin Rus işgalinden kurtulmasından sonra çay meselesine tekrar el atmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra “Karadeniz” soyadını alan Hulusi Bey, çay ile ilgili tecrübelerini Dışişleri Bakanlığı’na ve Halkalı Ziraat Mektebi hocalarından Ali Rıza Bey’e (Erten) aktarmıştır.
Hulusi Karadeniz ile Ali Rıza Erten’in gayretlerinin ardından “modern çaycılığın” kurucusu olan Zihni Derin ile cumhuriyet hükümetinin çay politikasının ilham kaynağı olmuştur.
Çay, iletişim ve kişilerarası iletişime katkı sağlaması bakımından kültürümüzün önemli içeceklerinden birisidir.
Uzun çalışmalar sonucunda ülkemize çayı kazandıran isimleri saygı ile anmadan geçmek olmazdı…
Bin bir emeğin sonucunun bugün adeta kafalarımıza kimi yerde teselli, kimi yerde kutlama babında fırlatılması, “halka bir şeyler veren” algısını bilinçaltına yerleştirmez!
Bu türdeki bir stratejiler bundan 100 yıl öncesinde uygulanmıştır ve hoş karşılanmadığı gibi 100 yıl geriden gelindiğini işaret etmektedir.
Roma’yı yakarak tarihe geçen Neron’un bile koca ülkeyi ateşe verenlerin yanında masum kaldığı bu günlerde, “kafamıza atılanlarla alakaya çay demleyin!”
(*)İçinde takvim de bulunan ve bazı belirli bilgi yazıları olan kitap. Osmanlı imparatorluğunda devletin resmi daireleri, memurları hakkında düzenlenen ilk “Salname”yi Ahmet Vefik Paşa 1846 yılında hazırlamıştır.