1 Mayıs, sıradan bir gün olmadığı gibi, “dünya işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günüdür”.
1 Mayıs, işçi sınıfının dünyanın dört bir yanında aynı ruhu hissettiği anlamlı gün olduğu gibi sermayenin sınır tanımaz saldırısına, vahşiliğine karşı insani ve vicdani bir duruşu temsil etmektedir.
Emekçilerin kendilerini ve ailelerini köle olarak gören sermaye itkisine karşı mücadelelerinin sonucunda kazandıkları 8 saatlik işgünü hakkı günümüze kadar sermayenin sınır tanımaz vahşetine karşı bir toplumsal engel olarak durmuştur.
Ancak, günümüzdeki gelişmeler bu toplumsal engelin sermaye tarafından aşılmaya çalışıldığını göstermektedir.
Türkiye’de ve birçok ülkede 8 saatlik işgünü kavramından uzaklaşılmaya başlanması, hukuki olarak yeni iş yasalarının devreye sokulması, işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatlarının değiştirilmesine yönelik yaklaşımlar, bu engelin ortadan kaldırılmasına yönelik adımlar olmuştur.
İşçi ve emekçiler, 19. yüzyıl boyunca uzun süren mücadeleler vermişlerdir.
Sonuç olarak da sömürüye karşı, emek cephesinin sermaye cephesine meydan okuduğu ve bir bayrak gibi zaferini dalgalandırdığı, toplumsal engelin simgeleşen günüdür 1 Mayıs.
İşçi sınıfının, işçi hareketinin kutladığı uluslararası bir “bayramdır”, bir “şölendir”, bir “mücadeledir”.
Aradan bir asır geçmiş olsa da sermaye cephesini ürküten bir gün olan 1 Mayıs, sadece Türkiye’deki egemenleri değil, tüm dünya egemenlerini de hala korkutup, ürkütmektedir.
Sermaye cephesi, iliklerine kadar hissettiği bu huzursuzluğu her fırsatta dile getirmektedir.
1 Mayıs’ın neden “uluslararası işçiler günü” olduğunu ve neden kutlamamız gerektiğini hatırlayacak olursak; bir “proleter bayram gününü”, sekiz saatlik iş gününü elde etme aracı olarak kullanma düşüncesi ilk kez Avustralya’da doğmuştur.
Avustralyalı işçiler, 21 Nisan 1856 yılında, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük “iş bırakmaya” karar vermişlerdir.
Bu bir günlük kutlamanın Avustralyalı proleter kitleler üzerinde çok büyük etkisi olmuş, onları canlandırıp yeni bir heyecana yol açmış ve her yıl tekrarlanmasına karar verilmiştir. İşçilere kendi kendilerine kararlaştırdıkları bir anda, kitle halinde “işi bırakmaktan” daha fazla cesaret ve kendi gücüne güven duygusunu ne verebilirdi?
Fabrikaların ve atölyelerin ebedi kölelerine, kendi öz birliklerini toplamaktan daha fazla ne cesaret verebilirdi?
Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu.
1886’da Amerikan Emek Federasyonu’nun “sekiz saat 1886 Mayıs ayının 1’i itibariyle yasal günlük çalışma süresi olmalıdır” ifadelerini taşıyan tarihsel önergeyi kabul etmesi ile başlamış her şey.
Bu günün öncesindeki aylarda, binlerce işçi daha kısa (çalışma) günü için mücadeleye katılmıştı.
Kalifiye ve kalifiye olmayan, siyah ve beyaz, erkek ve kadın, yerli ve göçmen, tüm işçiler katılmışlardı bu mücadeleye.
Sonunda 1 Mayıs günü geldi ve işçilerin gösterisi başladı.
O l Mayıs’ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve “8 saatlik işgünü” talebinde bulundu.
Polis “yasadışı” olarak değerlendirdiği eyleme müdahale etmiş, 1886 1 Mayıs’ında yapılan bu eyleme katılanlar üzerine ateş açılması sonucu 10 kişi hayatını kaybetmişti.
Bu olayların sorumlusu olarak 8 işçi lideri tutuklanmış ve bunlardan 4’ü idama mahkûm edilmiş, infazları yapılmıştı.
Amerikalı işçi lideri Albert Parsan idama giderken “Suçsuzum ben, tüm dünya biliyor suçsuz olduğumu. Cani olduğum için değil, işçi haklarını savunduğum için, sosyalist olduğum için asılıyorum.” demişti.
Bu liderlerden Spies, ölüm cezasını takiben mahkemeye hitap ederken, bu gizli komplonun başarılı olamayacağından oldukça emindi: “Eğer bizi asarak tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, ‘kurtuluşu’ bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama burada, burada veya orada, arkanızda ve önünüzde ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”
O kıvılcım sönmemiş ve giderek büyümüştü.
1890’da bu gün işçi bayramı olarak alanlarda kutlanmıştır.
Bundan sonra da dünyanın her yerinde işçi sınıfı ve emekçiler bu günü kutlamaya devam ettiler ve inanınız, tarih boyunca da devam edeceklerdir.
1 Mayıs, işçi sınıfının “insanca çalışma” için gösterdiği direnişin simgesidir ve bu simge, her yıl yeniden kutlanmaktadır, kutlanacaktır.
Türkiye’de 1 Mayıs ilk kez 1906 yılında kutlanmıştır.
1908’de Üsküp’te, 1910’da Rumeli’nin bazı şehirlerinde ve 1912’de ilk kez İstanbul’da kutlanmıştır.
1920’ye kadar savaş nedeniyle kutlanamamış, 1921’de işgal kuvvetlerinin yasaklamalarına karşın kitlesel 1 Mayıs gösterileri yapılmıştır.
1922 ve 1923’de ilk kez 1 Mayıs gerçek anlamı ve içeriğiyle kutlanmış, İstanbul–Ankara–Adapazarı, Mersin, İzmir’de emperyalist işgalcilere ve yerli uşaklara karşı mücadeleye dönüştürülmüştür.
1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs’ın Türkiye işçilerinin bayramı olması benimsenmiş ve ilk olarak İstanbul– Ankara– İzmir- Adapazarı’nda kutlanmıştır.
1924’de ise hükümetin 1 Mayıs’ı yasaklamasına rağmen “8 saatlik çalışma günü” şiarı ile çeşitli şehir ve işyerleri işçileri, 1 Mayıs –İşçi Bayramı– kutlanmıştır.
1935 yılında 1 Mayıs Bahar Bayramı olarak tatil günleri arasında yerini almıştır.
1960’lardan itibaren işçi sınıfının mücadelesinde önemli gelişmeler olmuştur.
1970’lerde ise 1 Mayıs daha da ileri boyutlara varmıştır.
15-16 Haziran işçi hareketinden sonra, işçi sınıfı “22 Temmuz Sahte İşçi Bayramı”nı bir tarafa atarak kendi bayramını talep etmeye başlamış, yarım yüzyıl sonra 1975’de İstanbul Tepebaşı’nda bir düğün salonunda kutlanmıştır.
1976’da ilk büyük işçi yürüyüşü Taksim’de gerçekleşmiş ve bir yıl sonra işçiler yeniden Taksim’e yürümüş ama bu kez bir provokasyon yaratılarak 36 emekçi katledilmişti.
“77 katliamı” ise 1 Mayıs’ın kutlanmasını engelleyememişti.
78’de 1 Mayıs’lar devletin engellemesine rağmen her yerde kutlanmış, 1979’da işçiler her yerde yine kutlamalarını yapmışlardır.
12 Eylül ile birlikte 1 Mayıs kutlamaları engellenmiş ancak tamamen durdurulamamıştır.
Rosa Luxmburg’un, 1894 yılında 1 Mayıs’a ilişkin yaptığı tespitler, günümüzde 1 Mayısların nasıl kutlanılması gerektiğine dair oldukça doyurucu bir fikir vermektedir:
“1 Mayıs düşüncesinin dayandığı muhteşem temel, proleter kitlelerin kendi kendilerine, doğrudan ileri adım atmalarıdır. Günlük parlamenter süreç içinde devletin engellemeleriyle atomize olan ve kendi iradelerini ancak oy kullanıp kendi temsilcilerini seçerek ortaya koyabilen milyonlarca işçinin gerçekleştirdiği siyasal kitle eylemidir.”
Bugün ise emperyalizmin tüm gürültülerine rağmen işçi sınıfı tepkisini göstermektir.
Sermayenin bundan bir asır önce işçi sınıfının yarattığı “toplumsal engelleri aşmaya” yönelik hareketini engellemeye çalışmaktadır.
Toplumsal engelleri aşmaya yönelik bu insanlık ve ahlak dışı eğilimin karşısında durmak ve 1 Mayısların neden, nasıl ortaya çıktığını “kan emici sermayeye” yeniden hatırlatmak, her emekçinin görevidir.
- Bu görev, tüm milliyetçi ve şoven düşüncelere karşı enternasyonal proletaryanın birliğini savunmaktır.
- Bu görev, işçi sınıfın kazanımlarına sahip çıkmak, ülkeyi talan edenlere karşı, alın terimizle yarattığımız fabrikaların, işliklerin peşkeş çekilmesine karşı durmak ve mücadele etmektir.
- Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırıldığı;
- Hakların ve özgürlüklerin güvence altına alındığı;
- Toplu sözleşmeli, grevli sendikal hak ve özgürlüklerin kullanıldığı;
- İşsizlik, açlık ve sefaletin olmadığı;
- Özelleştirme uygulamalarının son bulduğu;
- Eşitlik, kardeşlik içinde yaşadığımız;
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bizim gözümüzde çiftçi, çoban, işçi, tüccar, doktor kısaca herhangi bir toplumsal kurumda çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir” söyleminden yola çıkarak 1 Mayıs İşçi Bayramınızı kutluyorum.
Her fikrimin, her yazımın arkasında duran ve yaşamı boyunca emekçilerin yanında yer almış kıymetli eşim, yol arkadaşım Mehmet Murat Tan’ın anısına saygıyla…
askimtan@gmail.com