Aldatmak fiili, hayatımızda olumsuzluk içeren hatırlamaktan acı duyduğumuz olayları hatırlatır. Bu olaylarsa çoğunlukla iki insanı ilgilendiren durumlarda “ahlak” la ilişkilendirilir.
Aldatmak; yalan söylemek, karşındaki bilmeden onun arkasından işler çevirmek ve bunun gibi bir yığın hoşa gitmeyecek davranış biçimleri..
İnsan sadece bir başkasını mı aldatır?
Çoğunlukla evet, fakat bence en başedilmesi zor olan durum insanın kendisini aldatmasıdır. Baş edilmesi zordur çünkü farkındalıktan çok uzak bir davranış biçimi olarak çıkar karşımıza.
Hayatının gerçeğinde olamayan ama doğru olduğuna “inandığı” durumları sanki öyleymiş gibi algılayıp savunabilir insan.
En kolay yalan, insanın kendi kendine söylediğidir. Sessizce, kimse duymadan. Sır gibi.
Sadece kafasının içinde olup biter herşey.
Aynı zamanda da gerçekle yüzleşmesi ertelenip büyük bir rahatlığa kavuşur hayatı.
Artık olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi davranma hakkına sahiptir.
Gerçeğin, kendini inandırdığı durumun çok dışında olduğunu bir gün mutlaka farkedecektir, daha doğrusu olaylar ister istemez açığa çıkaracaktır bunu. Ne yazık ki kaybolan zamanının acısını yaşamak yerine vazgeçemediği egolar yüzünden bu yalanı devem ettirmeye bile bile izin de verebilir. Dolayısıyla öncelikle kendini sonra başkalarını aldatmış olur.
Kişi, kendi doğrularının başkaları tarafından da onaylanması için her şeyi yapabilir.
Dünya tarihinde bu durum istisnasız tüm dini “inanç” lar da somutlanmıştır.
İnanmak, kendini aldatmanın en kolay yoludur!
İnsanoğlunun bir şeye sorgusuz sualsiz inanma ihtiyacı yaşamın gerçekliği ve vicdanla çatıştığında korkunç ve ürkütücü bir çiftestandart ahlak anlayışını gündeme getirmiştir.
Sorgulanmaksızın inanmanın ne insana ne de Dünyaya hiç bir yararı olmadığı gibi geri dönülmez zararları da olduğunu düşünüyorum.
İnananlar; sorgulayanların hep karşısında durmuşlardır.
İnanmanın hiç bir yaptırımı yokken, hatta sürünün bir parçası olmaktan dolayı avantajı da vardır.
Sorgulayan olmaksa, hep bir mücadele içinde olma durmunu ve de riskini göze almakla gerçekleşiDolayısıyla bir şeye sadece “ inanmak”hayatın somut gerçekliklerini görmezden gelmek, yaratılan sanal bir dünyada herşeyin çok daha kolay ve rahat olmasının “huzuru” ile yaşanmasını sağlaDini inançların yanısıra, “idealizm” de bu çifte standartı barındırır içinde.
İdealizm, düşünce gücünün herşeyin üstünde olduğunu savunur dolayısıyla “madde”nin gerçekliğinden uzaklaşır beyinler.
Olanı olduğu gibi değil olmasını istediği gibi gösteren aynı “inanç” da olduğu gibi çiftestandart bir ucubeye dönüşür insanoğlu.
İslamiyetin hakim olduğu ülkeler, kadının saçının görünmesini “günah” sayarlar.
Erkeklerlerin cinsel tahrik unsurudur saç!.
Kadının kolu da, yüzü de tahrik unsuru!.
Bu erkeklere sapık demenin bir başka biçimi değil mi?
Aslında biraz sorgulandığında birçok sorunun karşılığını bulmak çok kolay.
Allahın verdiği canı Allah alır “inancı” sadece insanlar için mi geçerlidir?
Dünyayı paylaşmak zorunda olduğumuz ve aslında onların varlığına ekolojik dengeyi korumak adına muhtaç da olduğumuz börtü böcek, köpek, kedi, kuş ve bilumun hayvan “can” değil mi?
Birçoğunu sevmeyebiliriz, sevmemek öldürme hakkını verir mi?
Aslında burada inançların değiştirilebilir bir kullanıma sahip oldukları gerçeğini de görmek lazım.
Sözün kısası; “inanmak”,insan beyni için son derece komforlu ve rahat bir durum.
Hem sürünün içinde kalma güveni, hem de sonsuz huzur!.
Bir de her şeyi kolayca yargılamak hakkın da var. Daha ne olsun.
Sevmek, sevgiyi beslemek yerine, yargılamak, karalamak, yok saymak ve öldürme hakkına sahip olmak.
İnsanın henüz, insan olma değerlerinin önde olduğu, erkeğin erk’inin yüceltilmediği dünya zamanlarında “Özü sözü bir olmalı insanın” demiş Atalar.
Ata sözlerini tek tek hatırlamanın zamanı gelmedi mi?
Son söz olarak Hristiyanlığın yayılma döneminde İskenderiyede “ben inanmam sorgularım” dediği için derisi midye kabuklarıyla yüzülüp öldürülen bilim insanı Hypetia ya da selam olsun.