Tarihsel olarak kadının erkek karşısında ağırlığını yitirmesi ekonomik temellere dayanmaktadır. Erkek egemen toplumun ve ataerkil aile modelinin kökleri, avcılık ve toplayıcılıktan tarım ekonomisine geçiş sürecinde yatar. İnsanlık tarihinin ilk büyük devrimi olan tarım devrimi büyük olasılıkla kadının bir eseridir. Bununla birlikte tarıma geçiş, kadının sosyo-ekonomik statüsünü kaybetmesinin de başlıca nedenidir. Ekonomik etkinliğin fizik güç kullanımına dayandığı tarım toplumunda, fiziksel olarak kadından daha güçlü olması, erkeği ön plana çıkarmıştır
Mustafa Kemal Atatürk’ün 31 Ocak 1923 günü İzmir’de yaptığı konuşmada, “Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmekle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur… Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur… Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atalette olursa, o toplum felce uğramış demektir… Bizim toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise, bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir… Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir… Kadınlar toplum yaşamında erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”
Atatürk, Türk kadınının erkekle eşit statüye yükselmesi gerektiğini belirtirken, bu görüşünü, kadının bunu zaten hak etmiş olduğu mantığına dayandırıyordu. Yani kadına hak etmediği bir lütufta bulunulmayacaktı; ona verilecek olanlar, hak etmiş olduklarıydı.
Kadının, Balkan Savaşları ile başlayıp kesintisiz on yıl süren savaş döneminde oynadığı yaşamsal rol; özellikle Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasına yaptığı önemli katkılar, ters yöndeki güçlü toplumsal muhalefete karşın, Mustafa Kemal Atatürk’ün cesur adımlar atmasını kolaylaştırmıştır. O Atatürk ki, cinsel ayrımcılığın son bulmasında ve kadının, insan olmanın gerektirdiği tüm hakların kullanılmasında erkeklerle eşit olması gerektiği noktasında ilk gençlik yıllarından itibaren son derece radikal görüşlere sahipti. Kadının medeni ve siyasi haklarını elde etmesini sağlayan yasal düzenlemeler 1920’li ve 1930’lu yıllarda yapılmıştır. Ancak çok partili demokratik yaşama geçtikten sonra, özellikle 1950’lerden başlayarak sürecin geri çevrilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu nedenle de arzu edilen hedeflere ulaşılamamıştır. Günümüzde ne aile yaşamında, ne çalışma yaşamında, ne de medeni ve siyasi hakların kullanımında kadın−erkek eşitliğinden söz edemeyiz. Özellikle son 30 yılda kentleşmenin, siyasal İslâm’ın ve küreselleşmenin olumsuz etkisiyle durumun daha da kötüleştiğine tanık oluyoruz.
21. Yüzyıl Türkiye’sinde yaşayan kadın için “eşitlik” hâlâ bir özlem, hatta uzak bir düştür.
Kadının toplumsal konumunun toplumsal gelişimin ve çağdaşlaşmanın temel göstergesi olduğu ve Atatürk’ün Türk halkı için öngördüğü hedefin, cinsiyet ayrımcılığının her türlüsüne mutlak surette son verilmesi olduğu gerçeğinin bilinciyle bu alanda daha somut ve radikal adımların atılması gereğini kavramalıyız. Yaşanan deneyimler, salt hukuksal düzenlemelerin yeterli olmadığını göstermiştir. Bu yüzden kadının erkekle eşit konuma yükselmesini engelleyen tüm koşulları ortadan kaldırmak ve devlet otoritesinin bir süre için kadınlara yönelik olarak bir pozitif ayrımcılık aracı olarak işlev görmesini sağlamak temel hedeflerimiz olmalıdır. Fakat bunları gerçekleştirebilmek için “piyasa” merkezli bir düşünce, siyaset, ekonomi anlayışından, “insan” merkezli bir anlayışa geçmemiz gerekir. Bunun da yolu, Bunun da yolu, aydınlanmacılığın ve Atatürkçülüğün akılcılığı ve bilimi düstur edinen değerlerini yeniden egemen kılmak ve bunlara sıkı sıkıya sarılmaktır.
Dünya Emekçi Kadınlar günümüz kutlu olsun.