Bu ülkenin belki de en acı gerçeklerinden biridir “faili meçhul”ler…
Haksızlık, cinayet ve katliamların “edebiyat” gibi işlendiği memleketin yegâne yazgısı olup sadece kötülüğü sanata çevirebilen bir iklimin lisanıdır “faili meçhul”.
Türk edebiyatının önemli isimlerinden olan Ahmed Arif, toplumcu şiir geleneğinin en önemli yazarlarından birisi olarak “33 Kurşun” şiirinde “Muğlalı Olayı”nı diğer adıyla “33 Kurşun Katliamını” anlatır.
1943 yılının 28 Temmuz’unda Van’ın Özalp ilçesinde, 33 kişinin hayvan kaçakçılığı iddiasıyla 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle yargısız olarak kurşuna dizilmesi ve 32 kişinin öldürülmesi, birinin kaçmasıyla sonuçlanmıştır “33 Kurşun Katliamı”.
Ahmed Arif “Otuzüç Kurşun” şiirinin bir bölümünde bakınız ne diyor:
“Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız…”
“Ölümlerden ölüm beğenmek” bu olsa gerek ve sonrasında ise biz “faillerden fail beğeniyoruz” kitabına, kanununa hatta parasına göre.
Nasıl ki Ahmed Arif dizelerinde bir siyasi cinayeti olağanüstü bir anlatımla ortaya koyduysa, dünya sinema sanatında da bu dönemlerin olağanüstü anlatıldığı filmler bulunuyor.
- Costa Gavras’ın 1982 yapımı 2 saat 2 dakikalık “Missing” (Kayıp) filminde Şili’de 11 Eylül 1973 günü Allende hükümetini devirerek iktidara gelen cuntacı General Pinochet’nin diktatörlük dönemi anlatılmaktadır. Bu dönemde binlerce faili meçhul cinayet ve gözaltında kayıp olayları yaşanmıştır. Gavras filmde, Amerikalı gazeteci ve film yapımcısı Charles Horman‘ın (John Shea) kayboluşunu anlatır. Charles‘ın eşi Beth (Sissy Spacek) olayı araştırmak ister ve her kapıyı zorlar ama ABD Büyükelçiliği de dahil olmak üzere hepsinden geri çevrilir.
- Fernando Meirelles‘in yönetmenliğinde çekilmiş “biyografik dram filmi” olan “İki Papa” (The Two Popes), Katolik Kilisesi‘nde iki karşıt görüşlü güç sahibi adamın rekabetini konu ediyor. Kilisenin izlediği yolla ilgili şikâyetleri olan Kardinal Bergoglio (Jonathan Pryce), 2012 yılında 16. Papa Benedict‘ten (Anthony Hopkins) emekli olmak için izin ister.
Papa Benedict son derece muhafazakâr, katı tutumu ile tüm değişikliklere ve yeniliklere karşı çıkan bir din adamı. Francis ise, Papa Benedict’in karşısında, onun zıttı karakterde, yeniliğe açık, yoksullara ve ezilenlere hoşgörü ile bakan insancıl bir din adamı görünümündedir. Ancak filmin sonuna doğru gelindiğinde Francis’in Arjantin’de askeri cunta döneminde cunta ile işbirliği içinde olduğunu öğreniyoruz. Papa Francis’in din adamı olarak görev yaptığı dönemde Arjantin, işkencenin, yargısız infazların, faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların sıkça yaşandığı bir ülkedir. Papa Francis’in yakın çalışma arkadaşlarının da içerisinde olduğu bir grup muhalif insanın askerler tarafından uçaktan denize atıldığı görüntüler hafızalara kazınmıştır. Görüntülerde çocuklarından haber alamayan annelerin feryatları ile baş başa kalırız. Anneler, “kızlarımızı, oğullarımızı bize geri verin” şeklinde slogan atarlar. “Plaza de Mayo Anneleri” olarak isimlendirilen annelerin isyanları Arjantin’den dünyanın dört bir yanına hızlı bir şekilde yayılır.
Şili ve Arjantin’de yaşanan hak ihlallerini açık bir şekilde anlatan bu iki film, bir anlamda da hepimizin hikâyesini anlatmaktadır.
Özellikle Türkiye’nin yakın tarihinde işlenen “faili meçhul cinayetlerde” amaç, şekil ve süreklilik olduğu görülmektedir.
İşin doğrusu bu cinayetler siyasi amaçla yapıldığı için “siyasal cinayet” demek daha uygun olacaktır.
Dünyada ve Türkiye’deki iç savaş dönemlerinde “faili meçhul siyasi cinayetlerde” büyük bir artış yaşanmakta ve bu dönemlerde mahkemeler, yasalar, yargıçlar, kolluk kuvvetleri, düzenli birlikler siyasetin doğrudan eklentisi haline gelmektedir
Osmanlı döneminde “siyasal cinayetler” sık kullanılan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
İktidar için “kardeş katli” son derece kabul gören bir uygulama olarak bilinmektedir.
“Kardeş katlinde” öldürülen şehzadelerin kanların akıtılmaması esas olup, bu nedenle “boğarak öldürme” yöntemi kullanılmıştır.
Tahta çıkan padişahın, kendi kardeşlerini, şehzadeleri öldürmeleri son derece doğal görülmüştür.
İktidar savaşında onlarca vezir, komutan bir gecede sorgusuz, sualsiz öldürülmüştür.
Öldürülenlerin bugün bile kim tarafından, nerede ve niçin öldürüldükleri, nasıl ortadan kaldırıldıkları halen bilinememektedir.
“Faili meçhul siyasi cinayetlerin” tarihçesine bakacak olursak; Osmanlı’nın son dönemlerinde, padişahtan iktidarın alınması ile İttihat ve Terakki, Teşkilatı Mahsusa eli ile muhaliflere yönelik acımasız yöntemler uygulanmıştır.
İttihat ve Terakki Fırkası, “siyasi cinayetler” işlemek için Fedailer Cemiyetini kurmuş ve birçok cinayet bu örgüt tarafından işlenmiş, muhalifler yok edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte “siyasi cinayet” ve “faili meçhul cinayetler” değişik yöntemlerle aynen devam etmiştir.
Bugün bile tam anlamıyla aydınlatılmamış olan Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’de 28 Ocak 1921’de katledilmeleri, 2 Nisan 1948’de işlenen Sabahattin Ali cinayeti, “ilk siyasal faili meçhul cinayetler” olarak önemini korumaktadır.
Türk Edebiyatının en muhalif şairi ve yazarlarından biri kabul edilen Sabahattin Ali’nin MİT mensubu Ali Ertekin tarafından öldürüldüğü sonradan öğrenilmiştir.
Yakın tarihimizde 12 Eylül öncesi ve sonrasında işlenen “siyasi cinayetler” büyük sayılara ulaşmış ve siyasal muhalefete karşı bir yöntem olarak uygulanmaktadır.
1 Mayıs 1977 tarihinde İstanbul/Taksim Meydanında 1 Mayıs İşçi Bayramı için toplanan insanlarımızın üzerine ateş açılması sonucu 35 kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralanmıştır.
1 Mayıs 1977 katliamı, o tarihe kadar yapılmış en büyük “faili meçhul cinayet” kabul edilmektedir.
DİSK’in efsanevi başkanı Kemal Türkler’in 22 Temmuz 1980’de katledilmesini de işçi sınıfı mücadelesini hedef alan önemli “siyasi cinayetlerden” biri olarak anmak gerekir.
24 Mart 1978 tarihinde siyasi cinayete kurban giden Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, hazırladığı raporda;
“Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.” değerlendirmesinde bulunmuş ve kısa bir süre sonra raporunda belirttiği güçler tarafından öldürülmüştü.
12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte, sokak ortasından, evinden, işyerinden gözaltına alınıp işkencehanelere götürülüp işkence ile öldürme veya gözaltında kayıp olayları sık şekilde başvurulan esaslı bir yöntemdi ve bugüne değin yüzlerce insanımızın akıbeti hakkında yeterince bilgilere ulaşılamamıştır.
12 Nisan 1991 tarihinde 3713 sayılı yasada kabul edilen, Terörle Mücadele Kanunu’na göre “terörle mücadele eden güvenlik kuvvetlerine” getirilen olağanüstü koruma zırhı ile hukuk dışı faaliyetlerde yer alan devlet görevlilerinin yasa dışı faaliyetlerine yasal kılıf getirilmiştir.
TMK’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte, işkence olaylarında, yargısız infaz ve “siyasi cinayetlerde” olağanüstü büyük bir artış yaşanmıştır.
Ülkemizde “faili meçhul cinayetler” süregelmiş ve 90’lı yıllardan itibaren gözaltında kayıplar, infazlar ve işkence uygulamaları alabildiğine yaygınlaşmıştır.
- Turan Emeksiz (28 Nisan 1960),
- Hamit Fendoğlu (17 Nisan 1978),
- Abdi İpekçi (1 Şubat 1979),
- Cevat Yurdakul (1 Eylül 1979),
- Gün Sazak (27 Mayıs 1980),
- Nihat Erim (19 Temmuz 1980),
- Muammer Aksoy (1 Şubat 1990),
- Çetin Emeç (7 Mart 1990),
- Bahriye Üçok (6 Ekim 1990),
- Turan Dursun (4 Eylül 1990),
- Vedat Aydın (3 Temmuz 1991),
- Musa Anter (20 Eylül 1992),
- Uğur Mumcu (24 Ocak 1993),
- Metin Can – Dr. Hasan Kaya (21 Şubat 1993),
- Ferhat Tepe (28 Temmuz 1993),
- Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999),
- Gaffar Okkan (24 Ocak 2001),
- Necip Hablemitoğlu (18 Aralık 2002),
- Hrant Dink (19 Ocak 2007)
… ve isimlerini sayamadığımız “faili meçhul” ya da “siyasi cinayet” kurbanlarını saygı ile anıyoruz.
Günümüze baktığımızda ise meşrulaştırılan “kadın cinayetlerine” kimlerin “dur” diyeceğini artık merak etmek değil, bilmek istiyoruz.
Çocuklarının, kardeşlerinin, anne-babalarının gözleri önünde, evlerinin önünde, kısa giydiği için, arkadaşlık isteğini reddettiği için, boşanmak istediği için ve daha birçok anlamsız hatta keyfi sebepten dolayı kadınlarımız tıpkı koruyamadığımız Asiye gibi öldürülüyor.
“Cinayetleri önleme platformları” kapatılmaya çalışıldığı, cinayetlerin bitmesine kimse önayak olmadığı ve cinayet suçlarına ciddi yaptırımlar gelmediği sürece ne Asiye’lerin ne Şule’lerin, ne Pınar’ların, ne Münevver’lerin ne Özgecan’ların ve daha nicelerinin ölümlerini önleyemeyeceğiz.
Büyük şair Cemal Süreya “Üstü Kalsın” şiirinde söylediği gibi her ölüm erken, ama bu cinayetlerin geride bıraktığı yaralı yüreklerin acısı çok büyük ve hala açık.