Suyun önünde durmuş suya bakıyor. Başında rengi solmuş mavi bir bere, boynunda aynı renkte bir atkı… Uzun pardsüsünün etekleri esen rüzgârla birlikte açılıp kapanıyor. Suya bakıyor. Bakışları donuk. Şimdi suya bakarak bir şeyler söylüyor. Sözcükler ağzından çıkar çıkmaz buharlaşıyor. O yüzden söylediklerini kendisi bile anlamıyor. O yine de konuşmasını sürdürüyor. Sözcükler suya yazılıyor.
Yanına gelen adamı önce fark etmiyor. Orta yaşlı, saçları hafifçe dökülmüş, esmer adam suya konuşana dikkatle bakıyor. Ağzından çıkan sözcükleri işitmek istiyor belli ki. Ama nafile. Sözcükler buhar olup uçuyorlar.
Şimdi iki adam tek söz etmeden önlerindeki yeşil, mavi karışımı bir renk almış olan baraj gölüne bakıyorlar. Sessizliği orta yaşlı adam bozuyor. “Deminden beri sana bakıyorum. Suyla konuşuyorsun. Ben de merak edip yanına geldim. Ne yapıyorsun böyle?” “Merhaba” diyor suyla konuşan. “Suya söylenen dertler suyun akışıyla yunar, yıkanır derler bizim oralarda. Ben de dertlerimi anlatıyordum suya. Suya yazılsın da yıkansın diye.”
Orta yaşlı adam bu sözleri başıyla onaylıyor. Sanki vaktiyle suyla konuşurmuş da unutmuş gibi.
İki adam suyla konuşmaya başlıyorlar. Sözcükler suya yazılıyor. Ard arda gelenler oluyor yanlarına. Her gelen suyla konuşmaya başlıyor. Sesleri diğer seslere karışıyor. Sözcükler suya yazılıyor. Sözcükler.. Su.. Yazı…