Tabi ki ismini biliyordum, dinlemiştim de, ama ilk kez onu “KÜL” le farkettim.
Frank Sinatra nın çok bilindik bir şarkısı vardır “İzabel”… Şarkının içinde onlarca defa İzabel der ve her biri birbirinden ayrıdır. Birinde seni seviyorum der, birinde özledim, birinde aşk ve onlarca duygu.
Dünyayanın bildiği bir şarkı olmak, binlerce beğeni kazanmak önemli… İlk defa bir ismin bu kadar değişik duygularla söylendiğini dinledim ondan.
Sonra Cem Adrian nın “Kül” ünü dinledim. Bir cümle bu kadar farklı tınıda, duyguda ve volümde nasıl söylenir.
Muhteşemdi.
Sonra bütün şarkılarına ulaştım ve yaptığı oldukça az sayıda olan ropörtajlarına.
Pandemi döneminde, kapandığımız günlerde evinden yaptığı konser kayıtlarına ki birçoğu SMA lı çocuklar ve köy okullarına bir konser bileti ya da ne kadar güç yeterse yardım projelerine hedeflenmişti.
İnstegramına… Türkiye’nin en uzak bölgelerinde binlerce kişilik konser kayıtlarına baktım.
Bu kadar kendine özgü bir yorumun, hiç alışılmadık farklılığın, her yaş gurubuna ve farklı kültürlere bu kadar yakınlaşmasını şaşkınlıkla izledim.
Hem de medyanın desteğine hiç ihtiyaç duymadan. Magazinlere çıkmadan. Yani “popüler” yolları kullanmayı bilinçli bir şekilde seçmeden nasıl oluşmuş bu sevgi Türkiyenin büyük küçük her ilinde.
Nasıl çıkmış bu yola, nasıl gelmiş bu noktaya merak ettim.
Cem Adrian…
Boşnak bir ailenin ikinci çocuğu,1980 de Edirne’de doğmuş. Esas ismi Cem Filiz.
Adrian ismini Edirne şehrinin antik çağlardaki “ Hadrianopolis”ten etkilenerek almıştır. 12 yaşından itibaren Edirnede Radyoculuk yapmaya başlamış, ilk albümünde yer alan iki şarkı dışında bütün şarkıları çalıştığı radyonun stüdyosunda kaydetmiş. 12 yaşında başladığı radyoculuk hayatına 6 sene devam etmiş, bu süre içinde tiyatro ve fotografçılık eğitimi almış ve çalıştığı radyonun kayıt stüdyosunda kendine ait 250 şarkı kaydetmiş.
Sonraki yıllarda İstanbula gelen Cem, 2003 yılında Serkan ve Efkan Erdal ile kurdukları “MYSTİKA” adlı etnik müzik gurubunda solist ve dansçı olarak sanat yaşamına devam etmiş.
2004 yılında bir kafede çalıştığı zamanlarda Demet Sağıroğlu vasıtasıyla Fazıl Say’ ın bir arkadaşı ile tanışma fırsatı yakalamış ve pek çok enstrüman sesini kendi sesiyle taklit ederek hazırladığı demosunu Fazıl Say’a ulaştırmış.
Tabi ki Fazıl Say gibi bir sanatçının dinlediği bu olağanüstü sese heyecan duymamasına olanak yoktu ve Cem, Fazıl Say’ın davetiyle Bilkent Üniversitesi Sahne Sanatları Fakültesinde “özel öğrenci”olarak eğitime başlamış.
Onun hakkındaki bu bilgiler tamamen Google üstünden edindiğim bilgilerdir.
Tanrı bazı insanlara özel olarak dokunur… Cem de bunlardan biri bence. Ses telleri normal bir insandan üç kat daha uzun.
Sesi kaç oktav mı?
Bu sorudan kendisinin de hiç hoşlanmadığını bildiğimden önemli değil… İster 4,5 ister 7,3… mesele o oktavlarla nasıl bir müzik yaptığında der Cem Adrian ve haklıdır da.
Esas mesele, senin o sesle ne söylediğin ve nasıl müzik yaptığında! Aksi halde insanüstü bir yaratık gibi hem kadın sesi hem tenor hem alto hem bas bariton hem de koloratür… Çok fazla bir şov ki gerçek bir sanatçının bu şova ihtiyacı yoktur.
Sanat hayatının ilk iki üç yılından sonra zaten o da bundan vazgeçmiş.
Sanatının yolunda çok doğru hedefler koyup sadece ve sadece kendi istediği gibi olmuş. Hiç bir jüri kabul etmeden, kimseden yardım talep etmeden sadece ve sadece kendi gücü ve adanmışlığıyla yoluna devam etmiş.
10 sene önce yaptığı ropörtajlarıyla yakın zamanda yaptıkları arasında önüne koyduğu hedeflerden hiç vazgeçmemiş olduğunu fark ettim, inatla ve sanatına adanmışlığıyla bu güne gelmiş.
Ülkemizde alışılmışın dışında bir şeyler yapmak; tiyatroda, dansda, heykel ve resimde hele müzikte gerçek bir risk almaktır.
Kolay kabul etmez bizim ülkemiz farklılığı… Hep alıştığını, ona hep sunulanı duymak ister, görmek ister aksini çok kolay reddeder.
Cem Adrian, bunu başarmış bir değerdir bence ve bu gün gerçekten halkın tüm kesimlerinin beğenisini kazanmış ve onların yüreklerine dokunmayı başarmıştır.
Ona, “sen bir dünya starısın” dendiğinde, “ben Ankarada evimde yaşamaktan çok mutluyum, başka bir yerde yaşamak istemiyorum”diyebilmiş. Yani son derece kararlı, ne istediğini bilen, ödünsüz bir sanatçı.
Bu toprağın, yarattığı ve sevdiği tüm değerlere saygısından kusur etmeden, onları kendi yorumuyla yaşatmayı gönülden istemiş “yeniden” söylemek, yorumlamak cesaretini göstermiştir.
“GÖKYÜZÜMÜN YILDIZLARI” albümü için şöyle demiş;
“ Yıllardır kaydetmek için can attığım bir albüm… Her biri inanılmaz değerli ve müziğimin yapıtaşlarını oluşturan şarkıcılar ve şarkılarından seçtiğim bir seçki, bir saygı albümü…10 şarkıdan oluşan bu albümü kaydetmek, bu kadar değerli şarkıları tekrar düzenlemek, benim için tamamen büyük bir sorumluluk ve tarif edilmez bir onur oldu. Küçük bir çocuk, aşık bir gençken odamın penceresinden karanlık gökyüzüne bakarken gördüğüm her bir yıldızın sesiydi şarkı denilen şey…umut..hayal..Arkasına sığındığım, içine girip kendimi sakladığım, dünyadan korunduğum yerdi şarkılar… Hala da öyle. O zaman ne hissettiysem, şimdi de hissettirmeye çalıştığım şey hep bu… Bu albümü tam da günümüzde kaybolmaya direnen edebiyat, her geçen gün yozlaşan müzik ve sektörüne karşın, bu şarkıların şarkıcıların, müzisyenlerin yazarların, hatırlanması gereken en doğru zamanında kaydettiğimi düşünüyorum. Biz güzel şarkılarla büyüdük, sevdik, âşık olduk, vazgeçtik. Ama hiç unutmadık. Bu albümü “bize” ithaf ediyorum.”
Ne güzel demiş… Şarkılarının içine ne güzel saklanmış ki bu kadar temiz ve yalansız kalabilmiş.
Tam da bu yüzden, Şırnak’tan Van’dan, Erzurum’dan, Diyarbakır’dan, Kayser’den Trabzon’a büyük şehirleri saymıyorum, binlerce kişinin konserlerini doldurduğu sadece bir yorumcu değil bir halk sanatçısı olarak alkışlanmaktadır.
Onların nefesine gidiyor, sevgisiyle besleniyor hiç bitmeyen enerjisiyle. Bazen günde iki konser. Şehirden şehire. Eğer yüreğinde” pırlanta” gibi bir aşk olmasa bunu yapması mümkün mü?
Ben bir oyuncuyum, sanatın her dalıyla yakın ilişkilidir benim mesleğim.
Hep şunu derim; hem yazdıklarımda hem sohbetlerimde, neyi beğeniyorsam ve neyi beğenmiyorsam bende nedenleriyle beraber bir açıklaması vardır… Olmalıdır da…
Sevgili Cem Adreian’nın bir müzisyen ve özgün bir sanatçı olması dışında nedir seni bu kadar etkileyen diye bana sorarsanız… Şunu derim!
Bir, insana ait hiç bir duyguyu ötekileştirmemesi iki, kendine saygısı ve hedefine olan tutkusu, üç, ülkemizin tüm özelliklerine ve sevdiklerine saygısı ve de en önemlisi kendine ve hedefine adanmışlığı.
Kendi mesleki bilgilerimle bakacak olursam, beni nasıl bu kadar derinden etkiliyor yaptığı müzik, şarkıları ve de yorumları.
O; Tanrının hediyesini, yüreğinin ve aklının yardımıyla çok iyi kullanmayı başarmış, hissettiklerini, duygularını sesindeki binlerce farklı tınıyla yüreğinden yüreklere akıtmayı çok kolay bir şeymiş gibi yapıyor.
Sevgili Melih Cevdet Anday hocamız konservatuvarda bize söyle derdi…. Normal bir insan beş notayla konuşur. Sizin bu notaları fazlalaştırmanız gerekir, çünkü her replik bestelenir! Hayattaki gibi aslında… farketmeyiz ama besteleriz.
Ancak seyirciye “söz” ile ulaşacaksak ve de dokunacaksak, bestelememiz gerekir. Ne demek isteyeceğimizle ilgili.
İşte Cem’in yaptığı müzikte bana derinden dokunan da bu.
O okadar fazla duygu besteliyor ki tanrının verdiği bu avantajıyla… Hayran kalmamak elde değil.
İnsanda garip ama yakından tanıdığı, yeterince derinlerinde hissetmeye izin vermediği bir şeyleri hatırlatıyor sanki uyandırıyor.
Melih hocanın beş nota dediğini, kaç yarım kaç oktav, kaç kafa sesi. Kaç göğüs, kaç maske sesi ve onun oktavları.
Ve çok güzel dokunuyor, saygısıyla değerlerimize, yüreğimize, şarkılarımıza.
O yüzden onu çok seven var toprağımızda… O da dolaşıyor, sanki “uzun ince bir yoldayım” der gibi.
Ben bu yazıyı niye yazdım… Niye yazmak ihtiyacı duydum.
Evet, ihtiyaç duydum.
Belki onun bir kaç şarkısını dinleyip hakkında hiç bir şey bilmeyenler olabilir diye, belki hiç dinlememiş olanlar olabilir diye.
Evet, ülkemizde ….böyle değerler yaşıyor…
Sanat ve müzik yaşatır.
Yolların daha da açık, alkışların binlerce katlansın “Tuz Kral”…