Geçmişten bugüne, dünyanın tüm eğitim aşamalarında ve toplumsal pratiklerinde gördüğün, onu dört bir yandan çevreleyip içine almış kötü bir alışkanlık var. Bu öyle bir alışkanlık ki, her birimizin zaman zaman içine düştüğü ve nasıl çıkacağını bulamadığı kirli bir çukur sanki. Seni, beni, hepimizi sarıp sarmalayan çocukluğundan beri hücrelerine işleyen virüs gibi bir şey. Sence neden söz ediyor olabilirim? İçine düştüğümüz ya da düşürüldüğümüz bu çukur nedir? Evet sözünü ettiğim bu kötü alışkanlık hepimizin bir zamanlar uğradığı, kimilerimizin hala içinde olduğu ezber çukuru. Ezber o kadar güçlü bir virüstür ki, çok hızlı yayılır, her bir yanı sarar ve kendisinden bir başkasına yaşam hakkı vermez. Biliyorum, şu sıralar virüs sözcüğü en son duymak isteyeceğin sözcüklerden biri ama ezbercilik virüsü; son noktada benliğini, düşünme sistemini, varlığını, kimliğini yani seni yok eder ve sana hareket alanı bırakmaz bu hal. Ezbercilik hali yıllanmış ve yıllar içinde de kutsanarak bugüne kadar ulaşmış bir öğrenme şeklidir.
Peki hiç düşündün mü nasıl ulaşmış bu alışkanlık günümüze deyin? Bilginin kısıtlı bir biçimde saklanabildiği dönemlerden, eski çağlardan bizlere miras kalan bir olgu ezbercilik. Sözgelimi bir kitabı düşün. Elinde bir kitap var ve el yazması bir kitap bu. Düşün ki bu kitap Birbirine uzak, Sınırlı birkaç coğrafyada bulunuyor. Her yere, herkese ulaşması asla mümkün değil kitabın. Dolayısıyla insan, saklayamayacağı bu kısıtlı bilgiye yönelik çözüm olarak onu kendi belleğinde saklama yolunu bulmuş diyebilirim. Sahip olunan her bilgi, belleklere yığılmış ve orada tutulmuş yıllarca. Sonra da aynı kalıplarla aktarılmış gelecek kuşaklara. Modernleşmeye ve teknolojik gelişmelere paralel olarak bilgiyi artık zihninde saklamana gerek yok. Ama eski alışkanlıkları bırakmak hiç de kolay değil tabii. İstediğin zaman, her türlü bilgiye sadece nasıl ulaşacağını bilmen o bilgi için yeterli artık. Aslında çoktan zihninin bir veri saklama ambarı olmak dışında da işlevleri olduğunu, düşünceler ve bilgiler arasındaki yeni bağları kuran yetenekli bir yol arkadaşın olduğunu hatırlamanın vaktidir.
Eğer genel olarak bir değerlendirme yapmam gerekirse, matbaa ve günümüzde bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerin olduğunu gözlemlesek bile, maalesef düşünsel üretim anlamında pek bir yol kat ettiğimizi söylemem zor gibi. Bu nedenledir ki, pek çok kurum ve kuruluşta hala eski öğretme ve öğrenme sistemleri korunuyor, ısrarla devam ettiriliyor ve gelecek kuşaklara da bu şekilde aktarılıyor. Bu ezberleme alışkanlığının sürdürülmesi ısrarının En temel nedeni, bizim gibi ülkelerin otoriter toplumlar olmasıyla ilişkilidir. Bu tür otoritelerde, toplumun bir bireyi olarak sen ve düşüncelerinden bağımsız, senin dışında oluşan ve yine senin bilmekle uymakla, inanmakla yükümlü olduğun doğrular, kurallar ve ilkeler vardır. Bu ilkeler kimi değerler, inançlar, bazı bilinmez kavramlar ya da bilmediğin kutsallar olabilir. Bunlar hiçbir zaman sorgulanmaz, dokunulmaz ve üzerinde hiçbir değişiklik yapılamaz olgulardır. Bu yüzden sana dikte edilen bu kavramları kabul ettirebilmenin en güvenli yolu ezberletmektir onları.
Gördüğün üzere, Öğretme eyleminin en güçlü aracıdır ezberletme yöntemi. Bir zaman sonra, sana ezberletilen dogmalardan başkaca kutsallar ortaya çıkarır. Yani sistemler içinde ezber kaçınılmaz olma halini alır. Böylece bu otoriterlerde; düşünme, yeni fikirler üretme ve fikirler arasında bağ kurabilme becerisine hiç ihtiyaç duyulmaz olur ve zamanla da kaybolur, unutulur, yok olur. Eğitim sürecinden tut da birçok gündelik yaşam pratiğini ezberler üzerine kuran bir toplum bireyinin, gerçek bir düşünme haliyle nasıl bir ilişki kurabileceğini hayal edebilirsin sanırım. Bir toplumun veya insanlarının kendi bakış açısını kaybetmesi, düşünsel bir sisteminin ya da düşünme alanının olmaması, en önemli tehlike ve kayıptır o ülke toplumu için.
Otoritelerin kendilerine dayattığı düşünceleri sözü sözüne benimsemek, onları sorgulamadan kabul etmek, bir süre sonra sistemli olarak kişilerin düşüncelerini yitirmesine ve kimliklerinin tamamen yok olmasına sebep olur. Böylece egemen güçlerin düşünce biçimlerinin o toplum veya kişiler üzerinde baskıyla tatbik edilmesinin yolu açılmış olur. Düşüncesini yitiren kişiler artık çizilen sınırlar içinde yaşamaya başlıyor, onu içtenlikle benimseyerek kabul ediyor ve egemene teslim olmuş oluyor. Kendisine çizilmiş sınırları kabul etmeyenlere ne oluyor peki? Seslerin susturulduğu, düşüncelerin durdurulduğu sistemler nasıl çalışıyor?
Düşünceleri durdurulan toplumların insanı ise bir zaman sonra sorgulama becerisini kaybeder; zamanla kendine ve etrafındaki her şeye yabancılaşır. Toplumun görünen ve görünmeyen katmanlarında çürüme, yozlaşma ve cehalete tanık olursun. Egemen gücün elinden aldığı düşünme ve sorgulama kabiliyeti, o toplumların egemen karşısında hak arama kabiliyetini de elinden almış olur böylece. İçinden geçtiğimiz dönemlerde, sözünü ettiğim durumlar belki de çok tanıdık geldi sana. Sorgulamanın, okuyup düşünmenin pek benimsenmediği toplumlarda, yine de pek çok kişi kendini her şeyi en çok bilen olarak görebiliyor. Zaten egemen güçler senin için düşünürken, senin neden ihtiyacın olsun ki okumaya, sorgulamaya ve düşünmeye. Onlar ne söylüyorsa, doğrudur sorgulamana ne hacet? Sıradan bir insan olarak, o küçük beynini yormaya ne gerek var değil mi?
Ezberlenmiş düşüncelerle büyüyen insan, yeni bir şey söylemekten, yeni bir durum yaratmaktan, dönüştürmekten ve değiştirmekten endişe duyar, geride durmaya çaba gösterir. Kendini edilgen kılar. Edilgenlik, düşünme kabiliyeti olmayan insanın seçtiği bilinçli bir yoldur aslında. Düşünmemek ve buna bağlı edilgenlik hali, sorumluluklardan azade eder insanı. Böylece edilgen insan, hep bir liderin, ulvi birinin gelip onu ve herkesi kurtarmasını bekler yıllarca. Çünkü ancak birileri kurtarabilir O’nu. O asla kendine yetebilecek bir düşünme kabiliyetine haiz değildir ve olamaz. İşte edilgen insanların büyük bir çoğunluğu ne yazık ki hayatları boyunca kimi dogmatik düşüncelerin, insanı tek bir forma indirgeyen görüşlerin, sert zeminli otoritelerin ve diktatör liderlerin peşine takılmış ve sürüklenmeyi seçmiştir. Edilgenlik hali öylesine hücrelerine işlemiştir ki bu insanın, artık kendi kimliği, benliği, varlığı ve hatta yokluğu tüm anlamını yitirmiştir. Tıpkı tahakkümü altında olduğu düşüncelerin somut bir göstergesi olarak, onun gibi giyinir, onun gibi konuşur, onun gibi yürür, onun gibi saçını kestirir yani kendine ne dikte ediliyorsa onu yerine getirir. Nihayetinde onun gibi düşünmeye ve hissetmeye başlayarak, kendi kendini imha eder. Ne korkunç bir tablo çizdim değil mi? Ama etrafına şöyle dön bir bak. Yaşamlarını tamamen bu temeller üzerine kurmuş ne çok insan var.
Dönemin politik ortamı, siyasi gücüne göre de biçim kazanan bu düşünceler, bir zaman sonra kendini ona vakfetmiş insanın eline, koluna, yüzüne, saçına ve hatta ruhuna silinmemek üzere yapışır kalır. Edilgenlik ve düşünmeme hali, yalnızca belli bir eğitim düzeyinin üzerindeki ya da altındaki insanı bağlayan bir durum değildir. Bir sabah ofisteyiz. Yöneticilerimizden biri sıkça yaptığı şekilde işe geç gelmişti. Başımı bilgisayardan kaldırıp bir günaydın dedim ve çalışmama devam ettim. Bir baktım herkes seslerindeki şaşkınlıkla yöneticiyi tebrik ediyor. Hayırlı olsun diyor. İyi günlerde kullan filan diyor. Kimileri de nerden çıktı bu değişiklik diyor. Epeyce farklı olmuşsun böyle. Sonra soruyorum ben ne oldu diye? Sanırım yönetici saç ve sakal modelini filan değiştirmiş. Peki burada ilginç olan nedir diye sorabilirsin bana. Neden buraya yazdın diye sorabilirsin? Çokça soruya maruz kalınca ilgili kişi; ne yapalım artık büyüklerimiz böyle istemişler, böyle uygun görmüşler bizim için demişti. Hala sesi kulaklarımda. Düşünsene Birileri birileri için nasıl bir model kullanacağını söylüyor. O’nun önce ruhu, zihni üzerinde ve sonra da bedeni üzerinde hak sahibi olduğunu dikte ediyordu esasında. Peki O bu durumdan mutsuz muydu? Bence hayır.
Sözgelimi; koca bir yaşam boyunca çalışıyorsun, didiniyorsun, geceni gündüzüne katıp iyi bir hayat için çaba gösteriyorsun. Çoluğun çocuğun için en iyi olanakları sağlamak adına aylarca yıllarca yoruluyorsun. Soluksuz kalıyor, ama yine de Ek işler yapıyorsun. Evine döndüğün gecenin bir yarısı, geleceği için didindiğin çocuğunu bile göremiyorsun çoğu zaman. Bunu da kendine hayatta herkes zengin olacak diye bir durum yok şeklinde bir argümanla açıklamanı istiyor sistemler. Oysa bir başkası, egemen gücün yanında yer alan o eşsiz kimseler, liyakatsiz bir şekilde az çalışarak ya da hiç çalışmayarak senin 3 4 katın kazanç sağlıyor kendilerine ve ekonomik refaha ulaşıyor. Sen yıllarca nefessiz kalıncaya kadar çalışıp çaba gösteriyorsun. Ama yine kutlanan sana o işi verendir. Senin emeğin, alın terinden kime ne?
Örneğin erkek şiddetine maruz kalan bir kadını diğer kadınlar çok kolaylıkla suçlayabiliyor. Azıcık çeneni tutsaydın da dayak yemeseydin. Kadın dediğin kendine ne yapılıp ne yapılmayacağını belirler diye de bir basınç altında bırakırlar seni. Adamı sinirlendirmeseydin diyebiliyor pervasızca. Şiddetin kaynağı olan ataerkil sistemi sorgulamaz ve sorgulatmaz. Yani şiddete uğrayan da kadındır, kaynağı da kadındır. Aslında senin, benim, onun ve hepimiz yerine düşünen düşünceli insanlar bizim kimliğimizi, varlığımızı ve benliğimizi baltalar.
Biliyor musun? Önyargılar, basma kalıp düşünüşler, düşünce becerisinin kaybedilmesi ve kendi düşüncelerini bu hazır kalıplar üzerine inşa etmekten kaynaklanıyor. Her zaman yeni bir düşünce sistemini kabul ettirmek, söylenmemişi söylemek, ezberlenmişi bozmak zordur. Kurulan bir sistemin üzerine yama yapmak nasıl zorsa ve eğreti durursa, başkasının düşünceleri üzerine bir sistem kurmak da öyle eğreti kalır esasında. İşte toplumda yağın olarak karşılaştığın ve belki senin de sessizce onayladığın; yeti farkı olan kişiler için ayrı okullar, ayrı parklar, tatil yerleri, köyler ve kasabalar inşa edilmesi fikri de tarihten sana kalan yerleşmiş bir sağlamcı düşünce sisteminin mirasıdır. Şunu aklından asla çıkarma; Böylesi düşünüşler hem senin düşüncelerine pranga vurmak anlamına gelir hem de ortaya çıkacak sonuçlarla, senden farklı olanı pranga vurmak demektir. Unutma ki, sen de yaşadığın sistemlerin bir ferdisin. Eşit fırsatlarla, erişilebilir şartlarda, bütün toplumsal mecralarda, her bir birey kadar eşit olmalıyım diyebilmeli her insan.
Bana göre insanın başına gelebilecek En tehlikeli hal, zihinsel köleliktir. Zihinsel kölelik, inanç ve duyguların bir başkası tarafından yönetildiği, içinde korku ve ödüllendirmenin bolca yer aldığı yakıcı bir sistemdir. İçinde bulunduğun durumun ne olduğunu kavrayabilmek için bile sorgulaman gerekir ki zihinsel köleliğine son verebilesin. Düşünmeyi, kendi olmayı, özgür bir birey olarak istediklerini veya istemediklerini dile getirmeyi öğrenmeden büyümüş olanlar, hiçbir zaman yaşadıklarını ayrımsayamıyorlar. Düşünceleriyle duygularıyla sürekli bir başkasına teslim olma halini görürsün ki, işte bu da zihinsel köleliktir. Zihinsel kölelikten kaçmanın en kıymetli yolu ise doğru bilgi kaynaklarına sımsıkı tutunup, onları gelecek kuşaklar için korumandır. Sıkıştırıldığın dar kalıplardan, hâkimin hegemonyası altında kalmadan, hazır düşüncelerin büyüsüne kapılmadan, dogmalara takılmadan, zihin köleliğinden kurtulman ve kendi ezberlerini de bozabilmen dileklerimle.
Sevgimle, sevdamla.