Aman Allah’ım! Neler oluyor? Neden ışıkları kapattınız? Kim var orada? Ah bu ses, ah bu ses? Bu soruları bir yerlerden hatırlıyor musun? Hadi gel beraberce hatırlayalım. Sence İnsan dediğin varlık, doğası gerekği pek çok bakımdan birbirinden farklı değil midir? İnsan tüm bu farklılıklarıyla içine doğduğu ve büyüdüğü coğrafyadan gelen değerler çerçevesinde yaşama dair bilgi sahibi olur. O toplumun bakış açısına göre çoğunlukla değer görür ya da değer verir karşısındakine. Bireyler sahip olduğu fiziksel, kişisel ve sosyal farklılıklara bağlı olarak kabul edilebilir veya dışlanır. Şaşırtıcı olmayan bir sonuçla diyebilirim ki, bu dışlanmalardan en büyük payı alan farklı gruplardan biri de yeti farkına sahip olanlar, yani senin değiminle engelliler. Önceki haftalardaki satırlarımda paylaştığım üzere yeti farkı olanlar, pek çok coğrafyada acıma, yadsıma veya ayrımcı tutum ve davranışlarla karşılaşıyor. Pek çok toplumda yeti farkı olanın değer bulmadığını, itibar edilmediğini, ikinci plana atıldığını, önemsenmediğini, işe yaramaz insan olarak değerlendirildiğini zaten biliyorsundur. Çünkü büyük bir ihtimalle bu satırları okuyan aramızdan biri de sensin ve belki de sen de öyle algılıyorsundur kendine bile itiraf etmesen de. Sen bir yönetmen, bir yazar, bir doktor, bir akademisyen, bir öğretmen ve belki de kendini bambaşka biri olarak tanımlıyorsun. Fakat konu engellilik ve ona bağlı bileşenler olunca, çok üzgünüm ki sen de sırası geldiğinde aynı oyunları oynuyorsun.
İşte tam da itiraf edemediğin bu dışlama ve önyargı meselelerini kendi anladığın şekilde kısıtlı bilgilerinle yanlış bir dilde kitaplarda, filmlerde, edebiyatın ve sanatın çeşitli kalemlerinde anlatmaya çalışıyorsun. Yeti farkı olan insanları kendi anladığın, uzaktan gördüğün ve hissettiğin şekilde kimi zamanda tahminlerine göre temsil ettiriyorsun bu eserlerinde. Özellikle kendini bir aktivist olarak tanımlayan kör bir kadın olarak ben, hayatında körlük kavramını bir kimlik olarak kabul eden, yaşam çizgilerini buna göre inşa etmiş birinin perspektifinden Türk sinemasındaki problemli körlük temsillerine birlikte bakalım istiyorum. Konu çok geniş ve dolanbaçlı olduğu için, şimdilik sinemalardaki bu temsil edilme halini körler üzerinden anlatmaya ve anlamaya gayret edeceğim. Diğer yeti farklarının tartışmasını ise alanlarındaki ustalara bırakıyorum. Temsil edilen kimi filmlerde, Kişilerin içinde bulundukları durumun psikolojik sonuçlarını ve daha önemlisi toplumun bakış açısıyla ondan beklediği, görmeyi istediği duygu durumlarını değerlendirmeye çalışacağım. Sanat gerçeklikleri ifade eden harika bir yol olsa da bu gerçekliklerin kimler tarafından hangi şekilde ifade edildiği, nasıl bilindiği ve nasıl algılandığının da çok önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Eğer bu gerçekliklerin bileşenlerinde önyargılar, öğrenilmişlikler, düşük beklentiler, ayrıştırmalar varsa, hangi sanat dalıyla ifade edilirse edilsin toplumsal olarak güçlü olan yargılar ve düşünüşler kendine güçlü bir yer bulur bu temsillerde.
1970’ler sonrasındaki filmleri bir düşün. Kör olduğu için, yaşama kahreden, hayata küsen film kahramanlarıyla çokça karşılaşıyorsundur. Beklenmedik bir kaza ya da yaşadığı kötü bir olay sonunda kahramanımız gözlerini kaybedeyor ve o günden sonra herkese, her şeye ve kendine bile küsüyor. Buna benzer çok konu var ve bir tür furya olarak yıllarca devam ediyor bu tarz filmler. Şimdi hatırla bakalım; Artık sevmeyeceğim adlı bir film var 1968’lerden bize el sallayan. Filmde ünlü bir müzisyen var ve karısından ayrılıyor. Film bu ya her nasılsa, Müzisyen bu ayrılık sonrası kör oluyor. Bir biçimde zamanın birinde tekrar bir araya geliyorlar karısıyla ve onu tanıyamıyor. Fakat bu güzel kadını tekrar görebilmesinin bir yolu var. O da ameliyat olması. Bu tür filmler yıllarca nedense çok fazla seyircisi olan filmler Olmuş. Ama çoğunlukla filmlerdeki erkek kahramanların kör olduğunu gösteriyor yönetmenler bize. Zaman zaman da kahramanı kör bir kadın oluyor bu filmlerin.
Hayatım sana feda adlı bir film daha var sanırım 1970’lerde çekilmiş olmalı. Bu kez de kadın kahraman kör olarak kurgulanmış. Yani kahramanlar önce kör oluyor ve sevgilileriyle karşılaşınca da ya ameliyatla ya da mucize eseri tekrar görmeye başlayıp, hayata bağlanıyorlar. Eminim sen de bu filmleri çokça izleyip, epeyce ağlamışsındır. Bu filmlerde yer alan kör kahramanların genel bir değerlendirmesini yaptığımda, çok fazla ortak özellik olduğunu görüyorum. Kadın veya erkek kör kahramanlar, çok dramatik yaşamları olan hayata küsmüş, her şeyden elini ayağını çekmiş, kendisini ve çevresini sevmeyen çekilmez bir tipolojide anlatılıyor. Filmlerde genel olarak gösterilen kör insanlar, içine kapanmış olan, hayata dair umudunu kaybetmiş, çok büyük bir üzüntü ve yıkıntı arasında kalmış kişiler olarak betimleniyor.
Birkaç filmi analizimizin dışında bırakırsak, o dönemlerdeki hemen hemen tüm filmlerde ortak olan ve çoğunlukla körlüğe yüklenen olumsuz algılar ve duygularla şekillenen kimi ortak temalar olduğunu belirtmiştim. Tıbbi model çerçevesinde şekillenen bu konulara göre, körlük bir trajedidir; genel olarak muhtaç olmayı, 24 saat kendine refakat edilmeyi, eşitsizlik ya da pasif olma halinin çokça çizildiği körlüğün abartıldığı sahnelerden oluşur. Eğer görmüyorsam, yaşamamın da bir anlamı yok, gibi cümleleri sıkça bu filmde duyarsın. Kör olmak demek, yaşama sevincini kaybetmek olarak kodlanır seyircinin kafasına. Kör olmak hayat ışığını kaybetmek anlamına gelir bu filmlerde. Eşitsiz, pasif ve muhtaç oldukları içindir ki; filmdeki diğer kahramanların yardım üstü bir adanma halini görürsün kör olana. Tek başına bir yere gidemez kör kahramanlarımız, yemeklerini yapamazlar. Evde tek başına bile bir yetişkin olarak kalamaz olarak betimlenir. Hatta bir çocuğu ona bekçi kalsın diye bırakırlar. Örneğin işe alacağı, kendisine bakacak kişiyi bile kendisi seçmez kör kahramanımız. O kadar eşit değildir işte. İçin görüşmeyi bile çok güvendiği bir arkadaşına bırakır gönüllü olarak.
Körlük öylesine abartılır ki, kahramanımız sık sık yönünü kaybeder ve etraftaki mobilyalara filan çarparak büyük bir gürültüyle yere devrilir. Hayatı da onunla birlikte tekrar körlüğünü hatırlattığı için yere devrilir. Bir iki adım bile atamaz, masadaki bardağı bulamaz ve öfkelenir. Birisi yardım etmek istediğinde ise büyük bir öfke patlaması yaşar ve bana dokunmayın, beni rahat bırakın, kimseye ihtiyacım yok. Bana acımayın filan diyerek, filmin melodramını doruklara çıkarır.
Yıllar yıllar önce, bir cuma günü üniversiteden hafta sonu için eve geldim. 13 yaşından beridir sokağa tek başına çıkan bir çocuk olarak bu artık benim açımdan oldukça sıradan bir durumdu. Eve geldiğimde bir komşu teyze bizdeydi. TV’de şu deminden beri sözünü ettiğim klasik melodram filmlerden birini izliyorlardı. Ben hoş geldiniz filan dedikten sonra, içeri gidip, Üzerimi değiştirdim. Annem bir şeyler hazırlamıştı benim için kahvaltılık filan. O dönemde bizimle kalan 2 yaşındaki yeğenime de annemin hazırladığı yemeği yedirmeye başladım. Benim geleceğim akşamlar yeğenim kimsenin onu beslemesini istemezmiş. Teyzem beni yedirecek onu bekleyeceğim dermiş. Her neyse odaya geldik. Ben küçük bir sehpanın üzerine koyduğum tepsiden oğlumu doyurmaya başladım. Bir yandan da film akıyor. Kahramanımız kör bir adam ve tam da az önce tanımladığım şekilde sürekli yalpalıyor, sağa sola çarparak etrafı dağıtıyor. Şiddetle bağırıyor çevresindeki herkese. Çok kötü davranıyor çok. Öyle böyle değil. Yaşamlarını cehenneme çeviriyor etrafındaki herkesin. Yani anlayacağın tam bir lanet.
O sırada komşu teyze önce, ne lanet bir herif ya; kız ne yapsın sen körsen. Hem yardım ediyor hem de kızın burnundan getiriyor hayatı. Sonra da derin bir iç çekerek, diyor ki ama ne yapsın işte kör adam. Odada istenmeyen bir sessizlik anı oluyor. Komşumuz bana dönüp diyor ki kızım sen üstüne alınma. Tüm körler lanet değildir her halde. Zaten genelde kör adamlar böyle huysuz olur. Hep öyle gösteriyorlar filmde. Bak maşallah, sen hem kendini hem de yeğenini yediriyorsun. Zaten birazcık görüyorsundur ki yedirebiliyorsun çocuğu. Ama sen yine de dikkatli ol ne olursun. Ben tepsiyi toparlayıp içeri götürürken de nasıl buna çocuğu emanet ediyorsunuz diye soruyordu ortaya.
Halen toplumdaki pek çok kişi için senbir hastasın ve şifa bulamadığından ne çok üzüldüğünü ve acı çektiğini hayal bile edemeyenler varken, filmlerde bu tür acımtrak kavramların kendine yer bulması anlaşılmaz değil esasında. Tam da bu nedenle, yolda yürürken eğer bir kör olarak gülüyorsan filan ne çok kendinle barışıksın ne çok hayat dolusun söylemleriyle karşılaşman bu coğrafya için çok sıradan bir yaklaşım. Peki eğer kör biri hasta olarak tanımlanıyorsa, o zaman doğal olarak bu hastalığın tedavisi gerekir değil mi sana göre. Kör kahramanımız sesini duyduğu kadına ya da erkeğe deli gibi âşık oluyor. Sonra tabii kaçınılmaz son ameliyat oluyor ve böylece herkes mutlu mesut oluyor. Çünkü kör olarak mutlu olmak asla mümkün değildir. Zaten filmde âşık olduğu sağlam kahraman ve filmi izleyen sağlamcı seyirci de her şey yerli yerinde olsun ister. Onu tamı tamına yanına yakışır şekilde sapasağlam görmeyi düşler. Körlük güzel olmayı, yakışıklı olmayı imkânsız kılan ve bozan can sıkıcı bir durum olarak aktarılır satır arasında. Böylece tüm ekip el ele veriyor ve seyircinin de yüksek onayını alarak senaryoda açıyorlar kahramanın gözlerini.
Gerek filmlerde ve gerekse gerçek hayatta, çoğu kişi için kör olmakla ölmek aynı şey anlamına geliyor. Bunu da sıkça şiddetli bir şekilde dile getiriyorlar çekinmeden. Ağlıyorum adlı bir filmde kahramanımız ameliyata giriyor gözleri yeniden görebilsin diye. Fakat doktor operasyonun çok riskli olduğunu belirtiyor kahramanımıza. Ölebilirsiniz diyor. Felç kalabilirsiniz diyor. Ancak kahramanımız böyle karanlıkta yaşamaktansa, ne olursa olsun diyor. Tüm riskleri kabul ediyor filmde. Belki Çevrenden belki de sen, pek çok kişi de tüm körlerin bir gün mutlaka görebilirim hayaliyle yaşadıklarını sanma yanılgısını taşıyor.
Kör olmak ya da başka bir yeti farkının olması sadece toplumsal açıdan bir sorun olarak algılanmıyor. Tıbbi bakış açısına göre herhangi bir sakatlık durumu, trajik ve felaket bir olgu olarak tanımlanıyor. Esasında toplumdaki bu önyargıların ve engelliğe dair genel kanıların gücünü buradan aldığını söylemenin önemli olduğunu düşünüyorum. Tıp okumalarında da sakat insanların çok çaresiz olduğunu görmen mümkün. Körlüğü düzeltmek için yapılan bilimsel çalışmalar sonrasında hep şöyle açıklamalar duyarsın. Artık körler kendi çaylarını kendileri doldurabilecekler. Kendi başlarına bir yerlere seyahat edebilecekler. Bağımsız bir yaşama kavuşabilecekler. Ben bu söylemlerden şöyle bir sonuç çıkarıyorsam yanlış mıyım? Yani kör insanlar, ortalama hayatlarında pek çok basit işi yapmaya bile muktedir değildir. Bağımsız ve özgür olmak mı? O da neymiş kör için. Sırf bir tedaviyi pazarlamak ya da parlatmak için bilmedikleri yaşantılar üzerine bilmiş yorumlar yapmak ne ölçüde etik onu sorgulamayı sana bırakıyorum.
Özellikle sinemada yönetmenlerin, yapımcıların, oyuncuların kafalarında yıllar içinde oluşmuş bir imgeleri veya öğrenilmiş ve ezberlenmiş körlük tipolojileri olduğunu söyleyebilirim. Kör Bir erkek arkadaşımı filmin biri için kor rolü oynamaya çağırmışlar. Gördüğün gibi rolün kendisi çok açık. Yönetmen arkadaşımdan rolü gereği koşmasını istemiş. Arkadaşım da her zaman nasıl koşuyorsa, o gün de işte öyle koşmuş. Yani özel bir şey yapmamış rol için. Bir süre sonra yönetmen demiş ki, dur biraz yavaş koş. Birazcık tedirgin koş. Sen hiç kör biri gibi koşmuyorsun. Bu söylem sence ne demek? Nasıl bir anlam barındırıyor bu söz kalbinde? Şöyle kabaca dizileri, filmleri, çizgi filmleri bir düşün. Hangisinde körlüğün bir melodram olarak anlatılmadığı, kör olma halinin dalga konusu veya komedi unsuru olarak işlenmediği, bir yapımın içinde yalnızca sıradan bir hayatı kapsadığı kaç film hatırlıyorsun? Örneğin sadece caddede çiçekçi bir kör kahraman, müvekkiliyle çalışan bir avukat, üniversite öğrencisi, okula yeni başlayan bir çocuk ya da yaşama dair herkes kadar kaygıları olan sıradan bir varlık olarak kaç film veya dizide hatırlıyorsun?
Genel olarak engellileri, özelde kör insanları sadece sokaktaki sıradan insanlar umutsuz, çaresiz, felaket ve trajik olarak algılamıyor. Yazarlar, akademisyenler, yönetmenler, tıp uzmanları ve kendini entelektüel olarak tanımlayan, pek çok kişinin hayranlık duyduğu belli bir eğitim düzeyindeki insanlar bile bu normlara yakın şekilde değerlendiriyor ne yazık ki. Fakat sana şaşıracağın bir haber vereyim ki; yeti farkı olanlar senin düşündüğün veya tahmin ettiğin ölçüde umutsuz, çaresiz ve mutsuz değil. Onların da tıpkı senin, onun ve herkes kadar, Hayatın içinde sıradan biri gibi endişeleri var. Kör olarak bağımsız yaşam becerilerini kazanmış bireyler, hayatını bir gün görebilirim ihtimali üzerine inşa etmiyorlar bunu bil. Bunu böyle bil ki sen de bundan sonraki filmlerini, kitaplarını, düşünüş ve değerlerini bu temeller üzerine inşa etmemeye çaba gösterebilesin. İnanıyorum ki, Yakın geleceğin en güzel filmlerini kıvrak zekalı ve bilge yönetmenler çekebilir. Her birimiz kendi yaşam filmimizin yönetmeniyiz aslında. Bilmediğin ve tanımaya zaman ayırmadığın, anlamaya gayret etmediğin hayatların filmlerini yönetmeden önce kendi bilgi ve birikimlerini denetlemen, sana iyi bir yönetmen olmanın sırlarını bahşedecektir. Ezberlenmiş masallara, yaratıcılıktan uzak senaryona bir veda, bu satırlarla bir gün karşılaşman umudumla, haydi gerçeğin peşinden koşmaya.
Sevgimle, sevdamla.