Yüksek yüksek plazaların bilmem kaçıncı katında geçen bir konuşma:
“Selam, kahve ister misin?”
“Olur, hiç hayır diyemeyeceğim.”
“İki grand alıyorum o zaman.”
“Yok bana short boy al. Çok yoğunum. O kadar vaktim yok. Ajanstan 2021 ajanda kapak tasarımını bekliyorum. Logoyu aşağıya almışlar biraz. Onu düzeltecekler. Sonra da bir toplantı set edeceğim. Screenshot’ları print alıp yetiştirmem lazım.”
“Sorma ya ben de çok yoğunum. Faaliyet raporu hazırlandı. Bugün onun okuma toplantısı var. Bir yandan da bizim oğlanın doğum gününe iki ay kaldı. Daha pastasına karar vermedik. Organizasyon şirketi filan ayarlayacağım. Nasıl yetişecek bilmiyorum. Hediyesi, davetiyesi… Öyle yoğunum ki…”
Bu arada ben yanlarından geçerken dört aydır talep ettiğim “10 dakika görüşebilir miyiz?” talebimi yineliyorum.
“Sen aklımdasın Çiğdemciğim. Şu ajanda işi bir hallolsun, yılbaşı yoğunluğum bir geçsin, hemen bir görüşme set edeceğim senin için.”
Nasıl bir yoğunluktu ki bu, çalıştığım bankanın Kurumsal İletişim birimindeki bir üst yöneticimle 6 ay geçmesine rağmen 10 dakikalık bir görüşme ayarlayamadık. Bu süreçte onun oğlunun doğum günü, 80’ler temalı yılbaşı partileri, arkadaş doğum günleri için gidilen yemekler ve daha neler neler geçti. Ama sözüm ona Kurumsal İletişimsizlik bölümündeki o yoğunluk hiç bitmedi.
Başka bir iş yerindeyiz. Bir çalışan bilgisayar başında yazı yazıyor. Masadaki telefon çalıyor da çalıyor. Ama çalışanımız çok yoğun. O telefona cevap veremiyor. Telefona “Şimdi sırası mı? Yazı yazıyoruz yahu.” gibisinden ters bir bakış atıp işine devam ediyor.
Kırk yıllık bir arkadaşınızı arıyorsunuz. Telefona cevap verilmiyor. “Nasıl olsa görünce arar” diye düşünüyorsunuz. Ama o beklediğiniz geri dönüş hiçbir zaman olmuyor. Bir yerde denk gelip arkadaşınıza sorduğunuzda da “Sorma Çiğdem! O kadar yoğundum ki telefonunu gördüm de seni aramaya zaman bulamadım. Vallahi evden de olsa o kadar yoğun çalışıyoruz ki eşim sağ olsun yemeğimi bile önüme getiriyor. Düşün o kadar yani.”
Anneannemi hatırlıyorum:
* Sabahları güneş doğmadan kalkar,
* Çalı, odun toplayıp ocağı yakar,
* Hamur yoğurup mayalar,
* Taş fırında odun ateşinde pişirir,
* Tarhana çorbası karıştırır, çocuklar uyanmadan önce hazır eder,
* Süt sağar,
*Hayvanları otlatır,
* Çocukları yedirir, giydirir, yıkar,
* Tarlada, bahçede akşama kadar sıcak soğuk demeden çalışır,
* Çamaşırları, bulaşıkları elinde yıkar,
* Eksikleri alır,
* Sökükleri diker ve daha neler yapardı neler! Ama bir gün olsun “Yoğunum” demezdi.
Anneannemin yaşadığı dönemin koşulları gereği yaptıklarını düşününce günümüzde yoğun olduğunu söylemek abartılmış bir şımarıklıkla prestij göstergesi olarak kullanılıyor gibi geliyor bana. Oluşturulan yapay yoğunluklar yüzünden etrafımızdakilere gereken özeni ve zamanı ayıramıyoruz. Sanırım biraz da bu konuya yoğunlaşmamız gerekiyor.
Ben işim ne kadar çok olursa olsun o çalan telefonu açmadan duramıyorum. Benimle görüşmek isteyenler için mutlaka vakit buluyorum. Ne bileyim, yazılarımla ilgili gerek sosyal medyadan gerekse buradan yapılan yorumların hepsini cevaplıyorum. Bir tekini bile görmezden gelemiyorum. Yani sevgili arkadaşlar, başkaları hep çok yoğun olmayı seçedursun, ben her daim yoğun akıcı olmayı tercih ediyorum.