Bir varmış bir yokmuş. Dünyanın %75’i suymuş. Her su damlası eşsiz bir dönüşümün masalı, her masal insanın özüne yapacağı muhteşem bir yolculukmuş. Gelin başlayalım masalımıza, çıkalım kendi içimizdeki var oluş yolculuğuna.
Ülkelerin birinde, bilmem ki nerede, mutsuz bir insan yaşarmış. Neden mi mutsuzmuş insan? Kim bilir! Belki seçmelerde başarısız olup istediği futbol takımının kadrosuna girememiştir. Belki arabasıyla trafik kurallarına uyarak ilerlerken kırmızı ışıkta bir araba vurmuştur arkadan. Belki arkadaşları makyajını abartılı bulduğunu söylemiştir. Belki sınavdan istediği notu alamamıştır. Belki istediği işe girememiştir. Dedim ya bu senin masalın. İçinde taşıdığın mutsuzluk sebeplerini ancak sen bilirsin. Zaten söz konusu mutsuzluk olunca şaşırtıcı derecede yaratıcı olurmuş insan. Sudan sebeplerle illa ki mutsuz olacak bir şeyler bulabilirmiş.
Öylece boş gözlerle pencereden dışarı bakarken insan, bir kar tanesi tıklatmış pencereyi. Sonra rüzgarın yardımıyla bir daha, bir daha tıklatmış. İnsan dayanamayıp açmış penceresini ve duymuş kar tanesinin o yumuşacık kadifemsi sesini. “Merhaba,” demiş kar tanesi. İçeriden gelen sıcak hava nedeniyle erimemek için biraz kenara çekmiş narin bedenini. “Nasılsın?” diye sormuş. “İyiyim. Yani, iyiyim demek adetten olmuş.” Kar tanesi sözünü kesmiş insanın. Onu dinleyecek çok fazla vakti yokmuş çünkü. Her an eriyip gidebilirmiş. “Görüyorum ki çok mutsuzsun. Buraya sana mutlu olma sebeplerini hatırlatmaya geldim” demiş. İnsan biraz şaşkınlıktan biraz da meraktan kapatmamış pencereyi. Soğuk havaya aldırmadan dinlemiş kar tanesini.
“Uçsuz bucaksız denizler vardır ya – hani baktığında ufuk çizgisini görebildiğin – işte ben o denizin içinde küçücük bir su damlası idim. Kâh arkadaşlarımla birlikte denizin dibine dalar orada saklambaç oynar kâh yaşlı mercanlarla sohbete dalardım. Kimi zaman bir ahtapotun başını okşar, kimi zaman da yosunlarla oynaşırdım. Ama en sevdiğim oyunları ok balığı ile oynardık. Birkaç arkadaş toplanır, ok balığının kıvrılan dilinin üstüne yerleşir ve onun bizi ok gibi yukarı fırlatmasını beklerdik heyecanla. Yukarı çıktığımız o küçücük zaman diliminde uçmanın tadına varır. Muhtemelen ok balığının yemeği olacak bir böceğe hızlıca çarptıktan sonra da paraşüte binmiş gibi tekrar aşağıya inerdik. Bu oyunu oynamayı o kadar çok seven arkadaşım vardı ki bazen uzun dakikalar boyunca sıra beklememiz gerekirdi.
Günün birinde teslim olup sıcacık güneşe, uçuverdim gökyüzüne. Arınıp tozlarımdan, tuzlarımdan, bir bulutun parçası oluverdim en beyazından. Biraz doğuya gittim, biraz güneye, sonra aksi yönde tam kuzeye.
Buz gibi bir hava kucakladı beni. Birkaç arkadaş toplaşıp önce bir buz parçasına sonra da küçücük buz kristallerine dönüştük. Sıcak hava ile karşılaştıkça da eşsiz şekillere büründük. Aşağıya doğru yavaşça süzülürken şöyle bir etrafıma bakındım. Her birimiz altıgen formatta şekiller almıştık. Ama hiç birimiz diğerinin aynısı değildi. Kendimi çok özel ve değerli hissettim. Muhteşem şeklimden dolayı azıcık gurur duydum, ne yalan söyleyeyim. Sonra uzaktan seni gördüm. Öyle mutsuz bakıyordun ki halin içime dokundu. Arkadaşım rüzgârdan beni senin yanına getirmesini rica ettim. Sağ olsun hiç kırmaz beni.”
“Eee,” dedi insan. “Sen şimdi bana başından geçenleri anlattın. İyi güzel ama ben bunda mutlu olabileceğim bir şey göremedim.” Aslında pencereyi çoktan kapatıp televizyonun karşısına kurulurmuş da ah o kar tanesinin yumuşacık sesi yok muymuş? İşte ona kıyamıyormuş.
“Öyle mi?” demiş kar tanesi. “Bu dünyada tek ve eşsiz olduğunu bilmek mutlu etmiyor mu seni?” “Ne teki yahu! Bugün başvurduğum işe benim gibi yüzlerce insan başvurmuş. Bu devirde herkes kendini idare edecek kadar bilgisayar ve yabancı dil biliyor artık.” “Aaaah siz insanlar! Hiçbir zaman kendinizi tam anlamıyla tanıyamayacaksınız. Ne geçmişte ne de gelecekte tek ve biricik olduğunuzun farkında değilsiniz,” demiş kar tanesi. Gittikçe küçülen bedeniyle insanın yüzünde yarattığı şaşkınlık ifadesinden memnun olarak devam etmiş sözlerine. “Her insan, sesi, göz rengi, parmak izleri, el yazısı, yürüyüşü, yetenekleri ve karakteriyle diğerlerinden ayrılır. Sana özgü bu kadar çok tek ve biricik özellik varken senin diğerlerinden farklı olmadığını düşünmen doğru mu?” İnsan daha da çok şaşırdı. “Bilmem” der gibi salladı kafasını. Kar tanesi devam etti. “Bugün başvurduğun işin bir parçası olamaman sendeki bu üstün özellikleri değiştirir mi? Siz insanlar bir çalışma sistemi kurmuşsunuz. Sisteme dahil etmediklerinizi işe yaramaz olarak görüyorsunuz. Oysa biz sular aleminde herkese eşit gözle bakıyoruz. Yani ben bugün bu pencerenin kenarına düştüm diye toprağa veya denize düşen bir kar tanesinden daha değersiz değilim. Ortası delikli altı köşeli ve her köşesinde filizler çıkaran şeklimle ve iki hidrojen ve bir oksijenimle bu muhteşem su döngüsünün eşsiz bir parçasıyım. Bu işe alınmazsan ne olur? Başka bir işi mutlaka bulursun. İçinde seni mutsuz eden ne varsa, hepsini koy bir kenara. Sonra ne kadar eşsiz ve değerli olduğunu hatırla. Pragmatik düşünmeyi bir kenara bırak. İnsanları keşfetmenin tadını çıkar. Füsun Hanım kadar güzel doğa fotoğrafları çekemeyebilirsin. Özlem Hanım gibi güzel bir dekorasyon zevkin olmayabilir. Hatice Hanım gibi güzel ev yemekleri yapamayabilirsin. Hatta diğer bir Hatice Hanım gibi güzel masaj da yapamayabilirsin. Ülkü Bey gibi iyi bir matematikçi değilsen ne olur? Sen yapabildiklerin kadar yapamadıklarınla da tek ve özelsin. Kendi değerini başkalarının gözlerinde değil kendi içinde aramalısın” dedi. Git gide küçülen bedeniyle insanın gözlerinin içine bakarak “Bak bana. Mutsuz olmak için değil mutlu olmak için de sudan sebepler bulabilirsin” dedi ve bir damla suya dönüşüp aktı gitti.
Gökten kar taneleri düşer de üç elma düşmez mi? Birincisi bu masaldaki kıssadan hisseyi özümseyip her yönüyle kendini değerli hissedenlere, ikincisi size herhangi bir yararı olmasa dahi o insanın değerini bilenlere, üçüncüsü ve en kırmızısı da dil, din, cinsiyet, ırk, renk ve fiziksel özellik gözetmeksizin insanı insan olduğu için sevenlere…