Önce söz yoktu ben vardım. İnsan vardı.
O sözü ilk ben söyledim.
Yazdım sözcükleri sonra… Söz uçar yazı kalır dedim, ölüme inat.
Taşa yazdım önce, sonra kâğıda. Kâğıtlar ciltlendi kitap oldular. Taşa yazılanlar, kadim dillerden çözüldü anlamları şiirler oldular. Kitaplar, okundu, yakıldı, saklandı, yasaklandı.
Söze uygulanan her türlü zulme rağmen, gerçek yapıtların bu güne gelmesini hiç kimse engelleyemedi.
Sözler; kitaplarda, filmlerde, TV dizilerinde söylendi. Kayıtlarda sonsuza kadar kaldı.
Kötü rüyalar suya söylendi. Temizlensin diye kötülükler, yok etsin akıtsın kaynağında diye.
Ama öyle bir iş var ki, bir adı da “suya yazı yazmak”. Yazıyorsun, söylüyorsun kayboluyor.
Toprağa bir fide ekersin, ağaç olur, seneler sonra meyvesini yersin. Zeytin ekersin; ölümsüz olur, eğer kesmezlerse.
Suya yazı yazabilmek için, ömrünü verirsin. Su akar yazı kaybolur. Böyle acımasız ve bir o kadar da vazgeçilemeyecek bir meslektir Tiyatro, oyunculuk.
Yakın bir zamanda yitirdiğimiz ustamız Toron Karacaoğlu, Cüneyt Arkın’ın sesi diye hatırlanır. Keşke sahnede oynadığı yüzlerce oyunda hatırlanabilseydi dersin.
Ekranlardan çok iyi tanıdığımız Nebahat Çehreyi, Aytaç Arman’ı ve adını şu anda hatırlamadığım birçok oyuncuyu herkes çok iyi tanır da, onların ekranda ve beyaz perdedeki seslerinin kendilerinin değil de birer tiyatro sanatçısının sesleri olduğunu kimler bilir? Bence kimse tanımaz Gülen Karaman ve Mustafa Alaborayı.
Tabi ki onlar iyi oyunculardır ve tiyatrodan, sahneden tanıyanları çoktur, ama gönül isterdi ki akan jeneriklerde isimleri yer alabilseydi de seyreden binlerin de bilgisi olsaydı, tanınmış oyuncuların seslerinin kimler olduğunu.
Bu durum bana hiçbir zaman etik gelmemiştir.
Bir avuntum var yalnızca sesleri kayıt altında, belki seneler sonra onları seyredemesek de can verdikleri oyuncularda duyacağız seslerini.
Geçen gecelerden birinde, büyük usta Müşfik Kenter’in sesini seneler önce yaptığı bir filmin dublajında duydum ve mutlu oldum. Evet, sesi hala yaşıyordu. Ama oynadığı yüzlerce oyun suyun akışında kaybolup gitmişti. Belki bir sinema filmi belki iyi çekilmiş bir oyun videosu da çıkar karşımıza kim bilir.
Ben ve tiyatro oyuncusu olan yüzlerce meslektaşım suya yazı yazıyoruz inatla.
Kendimizi önce öldürüp, sonra var ettiğimiz o tahta sahnedeki yüzlerce karakter, suyun üstünde kısa bir an bize gülümseyerek gidiyor derinlere.
Muhsin Hoca’nın ( Muhsin Ertuğrul), “yapamayabiliyorsan yapma” dediği bir meslek bu.
Dünyada; insan vücudunun yıpranması hesap edildiğinde, ikinci sırayı almış bir meslek bu. Birincisi Maden işçiliği.
Bu gün başım ağrıdı, hastam var, moralim bozuk gibi bahanelerin olmadığı, her gün ve bazen de senelerce aynı oyunu değişik seyircilere, sanki ilk oynuyormuş gibi senden performans isteyen bir meslek bu.
Aşk ve arzu olmadan başka hiçbir nedenle yapılamayacak bir meslek bu.
Arzu; insanı yaşamda üretken kılan en birinci duygu. Hangi iş olursa olsun “arzu” olmadan hiçbir iş keyif vermez insanoğluna.
Biz; “suya yazı yazanlar” ya da “sahnenin tozunu yutanlar” için denir ki, sahnenin tozunu bir yuttun mu asla vazgeçemezsin. Son derece de doğru ve haklı bir saptamadır bu. Yalnızca burada sözü edilen “sahne tozu” aslında adrenalin bağımlılığı gibi bir şeydir.
O tahta sahne üstünde, yüzlerce çift gözün önünde, her gün yaşadığın iki üç saatin hayatın hiçbir anında karşılığı yoktur.
Günün yorgunluğuyla, kafandaki kişisel ya da daha başka sorunlarla tiyatroya gelirsin, oyundan en geç bir saat öncesi. Bu yönetmelikte yazılan bir kuraldır. Ama ben ustalarımdan başka türlü öğrendim. Hiç unutmam Tepebaşı deneme sahnesinde (öyle bir sahne bu gün Türkiye de yok, Beklan Algan’nın kişisel çabalarıyla kurulmuş bir sahneydi ) Mara- Sade oynuyoruz; oyun 21.00 da başlıyor. O gün okuldan geliyorum bir nedenle geç kaldım bir saat öncesi geldim tiyatroya. Sevgili İsmet Ay ve Agâh Hün kulisteki yerlerini çoktan almışlar. Ben de on dokuz yaşında bir oyuncu adayıyım. Kulise girdiğimde bana öyle bir baktılar ki, o bakışları hala belleğimde. İste tam da bu yüzden en geç iki saat önceden gelirim tiyatroya, çay kahve sohbet belki yarın saat kala hazırlanmaya başlarım ama orada olurum.
Ya o gün kötü geçmiştir, ya da bir grip durumu vardır, hani insansın ya, hep aklında bir kaygı, “oyun nasıl geçecek, nasıl oynayacağım”. O ruh haliyle imkânsız gibi görünür her şey. Sonra makyaj aynasının karşısına geçersin başlarsın boyanmaya. Belinden yukarı bir sıcaklık yayılmaya başlar hafif bir terle. Böbreküstü bezinden üretilen o mucizevi hormon devreye girmiştir.
Adrenalin. Kafandaki sorunlar tabi ki gitmez ama ikinci plana düşer bir anda.
Şimdi oyun zamanıdır, aksesuarların yerinde mi? kullandığın objeler doğru açıda mı duruyor? Dekorun durumu ne?
Oyun müzikalse mikrofon kontrolleri.
Birinci zil 15 dakika, ikinci zil 10 dakika ve üçüncü beş dakikayı verir. İlk sahnede varsan, son beş dakika anonsunda sahnede hazır olman gerekir. Ve “oyunumuz başlamak üzeredir” anonsu ile perde…
Ah şu Adrenalin; kalp atışlarını yükseltir, kalbe daha çok kan pompalanmasını sağlar, hücrelerine daha çok kan gider, hücreler beslenir. Kalp krizlerinde hastayı kurtarmak için adrenalin iğnesi yapılır. Yani bu hormon bedene can verir.
Adrenalin; bir de aşık olunca mucizevi bir biçimde salgılanır.
Âşık olduğunda; arkadaşların ve seni iyi tanıyanlar hemen değişikliği fark eder. “ne oldu? Gözün başka türlü parlıyor” derler.
Âşık insan gençleştirir bu yüzden.
Sahne üstünde yükselen bu yaşam hormonunun, hayattaki tek karşılı Aşk’tır. Tam da bu nedenle tiyatroda oyunculuk da aşk olmadan yapılmaz.
Yoksunluğu, ölüm gibi gelen bir aşk.
Aynı hayatta olduğu gibi. Nefessiz kalmak gibi.
Sene 1998, tiyatronun açılış toplantısı. Suna abla (Pekuysal), bana
“ Semah acaba beni bu sezon Lüküs Hayatta oynatırlar mı acaba” dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bu nasıl büyük bir kaygıydı. “ tabi ki Suna abla “ diyebildim ancak. Suna Pekuysal daha birçok sene oynadı Lüküs hayatta. Daha başka oyunlarda da oynadı.
O iki büklüm sahnede devleşen vücuduyla. Ne zaman oynamadı. Bir sene sonra gitti.
Bu gün Cüneyt Arkın’nın sesi diye hatırlanan Toron Karacaoğlu; yakın zamana kadar sahnedeydi, doksanına yaklaştığı yıllarda çocuklara diksiyon dersleri verirdi çocuk biriminde, sonra da gece oyun giderdi. Delikanlı gibiydi sahnede.
Sahne bitti, o gitti.
Hocaların hocası; Yıldız Kenter, şu anda 92 yaşında. Yanlış hatırlamıyorsam, 6 sene önce sahnedeydi.
Hisara cami yapılmadan önceki yıllardı. Bir kadın oyunuydu. Oyunda tiradını söylerken merdivenlerden iniyordu hiç önüne bakmadan. Sanki bir kartal kanadını açmış da uçuyor gibi. Oyun bitti, bekledim görmek için. Tanımadığım birinin kolunda çıktı kulisten. Sahnedeki kartal değildi artık. Beni tanımadı “hocam” dedim. Yüzünü ışığa dön dedi. Döndüm. Tanıdı. Sonradan öğrendim; o merdivenlerden, önüne bakmadan inmeyi günlerce prova etmiş.
Hocaların hocası; şimdi sahnelerde olmasa da, bizlere verdiği emek ona bin sağlık olarak geri dönsün.
Bu gün aynı sahneyi paylaştığım 80 yaşını devirmiş delikanlı Metin Çoban’ın, bir gün bile şikâyet ettiğini duymadım oyun oynamaktan. Sağlıkla uzun seneler sahnede olsun dilerim.
Neticede biz “suya yazı yazanlar” için aşk gibi bir şey bu.
Nefes almak gibi.
Tabi ki bunu her tiyatro oyuncusu için söyleyemem.
Mesleğine âşık olanlar için gerçektir tüm söylediklerim.
Bu aşkla yaşayanların emeklilikleri yok, ta ki onlar isteyene kadar.
Daha doğrusu öyle olmalı!
Biz suya yazı yazıyoruz, ama su temizliyor tüm dünyanın kirini pasını.
Varsın bizi de götürsün su.
Su hayattır.
Susuz kalmayın.
Susuz kalmayı kabul etmeyin.