Okumak; insanoğluna verilmiş en önemli becerilerden biri, bence.
İlkokul çağlarımda, önce A,B,C ve alfabenin tüm harflerini sayfalarca yazarak başlardı bu öğrenme serüveni. Sonra hecelere gelirdi sıra. Sonra cümlelere, “Ali topu at” “ Ayşe bakkala git” gibi.
Göz hafızasıyla harfleri, sonra seslerini ezberlerdik.
Heceleye, heceleye söktük okumayı.
O çocuk ellerin, kalemi sayfa üzerinde kontrol etmeyi öğrenmesi ne kadar zordur.
Ölümcül bir yorgunluk, defterimin üzerinde uyuduğumu hatırlarım.
Daha sonraları; sanırım bir yirmi beş, otuz sene önce, senesinde yanılabilirim, bu yöntem değişti.
El motoru; harfleri sayfalarca yazmak yerine, bir sayfa eğik çizgi, bir sayfa yuvarlak, bir sayfa dalgalı çizgi ile dolduruldu sayfalar. Sonra kalıp cümleler, sonra kelimeler ve heceler.
İkinci yöntem Gestalt yöntemi olarak bilinir.
Bu yöntemin esası psikolojik teorilere dayanır.
Gestalt psikolojisinin temelini oluşturan düşünce;
“ organizma, kendini oluşturan parçaların örgütlenmiş bir bütünüdür” ve “bir bütün parçaların toplamından fazladır ve farklıdır”
Bu yöntemde öğrenme; olayları algılamak ve parçalar arasındaki ilişkiyi kurmayı gerektirir.
Geştalt psikolojisi ya da Gestaltizm bilişsel süreçler içinde, “algı” ve “algısal örgütlenme” konularında yoğunlaşmış bir teoridir.
20.yy’ın ilk yarısında Almanya da ortaya çıkmıştır.
Bütünden parçaya giden, sonra tekrar bütünü değerlendirmeyi sağlayan bir yöntem bu.
İnsan beyninin de aynı bu yöntemle çalıştığını söylüyor uzmanlar.
Örneğin bir insan, bir objeye ya da başka bir insana baktığında, önce bütününü görür, sonra detayları görürmüş ve sonucunda ulaştığı algı üstüne düşünürmüş ya da bir yargıya varırmış.
Okumada; önce cümle, sonra kelime ve hece sonra cümlenin bütününe döndüğünde tüm anlamı algılamış oluyor beyin.
Keşke ben de bu yöntemle öğrenseydim okumayı diye hayıflanmadım değil, kim bilir düşünce sistemimde nasıl farklılıklar olurdu.
Bu durumu daha geniş bir zamanda sorgulamak istiyorum.
Tüm bilgilerin ışığında bir soru geldi aklıma.
Okumayı öğretmede Gestalt yönteminin seçilmesindeki temel hedef, hem okumayı sökme süresini kısaltmak hem de çocukta algının gelişmesine yardım etmek olmuyor mu?
Evet, öyle olmalı diye düşünürken, algı kavramı kafama takıldı.
Uzmanlara göre: “algı, duyu organlarımıza gelen bir uyarının beyin tarafından anlamlandırılmasıdır”.
Beş duyu organımızı gün içinde uyaran binlerce etki ve bunun beyindeki uyarıları, onlarca yazı konusu olabilir ama benim derdim “okumak” üstüne öncelikle.
Bu arada, ne nedenle böyle bir yazı yazmak ihtiyacını hissettin diye bir soru gelebilir akla
Cevabı şöyle:
Biz ne ara bu kadar okuma özürlü olduk?
Neden okuduklarımızı artık biz belirleyemiyoruz?
Niye ihtiyacımıza göre okumuyoruz da kafa boşaltmak, zaman geçirmek ya da popüler bir yazar okuyup, çoğunluktan ayrı düşemiyoruz?
Tam da bu sorularımın ışığında düşündüm ve okumayı ilk öğrendiğimiz noktadan başladım araştırmaya ve karşıma “algı” kavramı çıktı. Gestalt yönteminin sonucu olarak.
Aslında bütünü görüp, sonra parçalarını görme sonra tekrar bütüne bakabilmek çok güzel, sorgulama özelliğini de taşıyor içinde.
Peki, bu durum hayata nasıl geçiyor?
“algı” kavramını derinlemesine araştırdığımda, bana sorularımın cevabını verdi.
Algının oluşması için aktif bir uyarı gerekiyor. Bir ses, bir dokunma, görme, koku alma gibi.
Okumak da aslında görsel bir uyarıcı, yazılandaki fikirler, imajlar, bilgiler, hepsi beyinin süzgecine gidiyor. Bazıları bilgi olarak saklanıyor, bazıları bir imaja dönüşüyor, bazılarıysa duygu ve düşüncelerimizi değiştiren bir algı oluşturuyor.
Ne yazık ki hep seçtiklerimizi okuduğumuzu zannediyoruz.
Eğitim sistemimizi, biz seçemediğimize göre, baştan bizim için seçilmiş programların içine giriyoruz.
Çocukluktan gençliğe geçerken bilmemiz gereken hayati bilgilerin yerine, yönlendirilmeye ve kolayca yönetilmeye açık beyinler oluşturuluyor.
Çünkü her türlü “algı”, yönetilebiliyor.
İnsan algısının yönetilebilir olması, size de korkunç gelmiyor mu?
İkinci dünya savaşında Hitler halka bedava radyo dağıtmış. Tabi ki halk çok sevinmiş bedava olduğundan ve o dönem radyonun çok pahalı olduğundan.
Savaşa insanları inandırmak için propagandayı yapacağı en önemli araç radyo.
Muhtemelen radyonun bir propaganda aracı olarak bedava dağıtıldığını düşünenler de vardır.
Onlar, sonradan kazanacak olan azınlıktır.
1936 da Hitler, 3D sinemayı icat etmiş ya da ettirtmiş, kendi filmlerini oynatmak için. Bu kadar önemli bir icada, halk hayran olmuş. Bozguna kadar bu imaj yürüyüp gitmiş.
Amerika da sigara sanayisinin yeni gelişmekte olduğu yıllarda, kadınların sigara içerek erkeklere eşit olabilecekleri fikri, reklamlarda işlenmiş.
Kovboy filmlerinde sigara ve puro içmeleri için aktörlere binlerce dolarlar ödenmiş.
Kanser de işine yaramış, kemoterapi ilaçları için dünyada bereketli bir Pazar oluşturulmuş.
İnsanın klonlandığı dünyamızda kanserin ilacının bulunmadığına beni kimse ikana edemez!
Verem ilacı bulunduktan 3o sene sonra piyasaya sürülmüş. 30 senede, insan ölümlerini siz düşünün.
Bir malın satışı için programlanan reklam grafikleri bile algı üstüne.
Neticede algıyı yönetemezsen iktidarda kalamazsın.
Okumayı öğrenmekten buralara nasıl gelindi?
Yukarıda sıraladıklarımın hepsi dünyamızın gerçeklikleri, hep olmuş ve olacak olan.
Peki, biz birey olarak ne yapabiliriz?
Çok zor değil aslında yapılacak olan.
Sadece algılarımızın yönlendirilebilir olduğunun farkına vardıktan sonra, bize hazır olarak verilen tüm bilgilere soru işaretiyle bakmak.
Yani sorgulamak, araştırmak, doğruluğundan emin olmak.
Görsel algımızı yöneten televizyon, özellikle diziler, gazeteler, filmler ve de evimizde, odamızda, başucumuzda duran bilgisayarlarımız.
Sosyal medya da bizi çok kolayca yönetebilir durumda bu gün.
Orada insanlar zaten sanal bir algının içinde, yani bunu bile bile nete girip orada adeta başka bir insan kimliğine bürünüyorlar. Her türlü etkiye açık bir durum bu.
Bilgisayar oyunları; tüm oyunların, insan algısını değiştirmek üzere planlandığını düşünüyorum.
İnternette, aradığınız tüm bilgiler var, çoğu zaman kısıtlı açıklamalar olsa da, bir fikir edinmek için yararlı.
Yani, her şey hazır şu küçücük kutunun içinde. Kolay ulaşılan, ama kolayca da kaybedilen bilgiler.
Bu yazıyı yazma nedenime dönecek olursam;
Niye okuma özürlü bir toplum olduk biz. Hangi ara geldik bu duruma.
Ben yirmili yaşlarımda iki günde bir kitap almadan eve gelmezdim. İçinde bulunduğum toplum, okulum, arkadaşlarım zorlardı bunu. Tartışmalara katılabilmem için okumam gerekirdi. Bilmem gerekirdi. Seneler önce gurbetten döndüğüm yıllarda, eskisi gibi okumadığımı fark ettim. Çünkü beni zorlayan bir durum yoktu. Eski bilgilerimle idare edebiliyordum, beni zorlayan bir vasat yoktu
Artık konuşulan konular değişmişti. Para ile başlayan para ile biten konuşmalar. Gelecek kaygıları. Bulundukları durumu kabullenmiş, çıkış yolunu asla düşünmeyen, düşünmek istemeyen bir toplum.
Dişe tırnağa dokunmayan tartışmalar.
Sosyal medyada, beş satırdan fazlası okunmuyor. O yüzden twitter diye bir yol icat edilmiş. Kısa olmak zorundasın, okunmak için.
En önemlisi, insan için en kıymetli olan “zaman”, birilerinin istediği gibi sosyal medya ve internette geçip gidiyor.
Kitap kokusunu bilmiyor gençlik.
Okumak bir ihtiyaçtan doğar, yemek yemek, su içmek uyumak gibi bir ihtiyaç.
Her istediğini bir tuşla internette bulan ya da artık hiçbir şekilde istemeyen, düşünmeyen, üretmeyen var olanı kabullenen vasatımızdan hoşnut muyuz?
Bu sayfadaki yazılarımı arkadaşlarımın hepsinin okumadığını söylesem şaşırır mısınız?
Yazılarımın önemli olduğundan değil, sadece arkadaşım oldukları için bu sitemim.
Çünkü onlar zaten hiçbir şey okumuyorlar, üzgünüm.
Son olarak; kalıp bir cümle olacak ama doğru olduğuna inanıyorum.
“Farkında olmak, değişimin ilk adımıdır”.
Algılarımızdaki seçiciliğimizi önce kendimiz sonra insanlık adına geliştirebiliriz, hala geç değil!