8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve Haftasını kutladığımız bugünlerde gündemimiz; kadının yaşam hakkı, vücut bütünlüğünün koruması ve şiddet görmemesi için mücadele etmek üzerine şekillenmektedir. Türkiye’de her üç kadından birinin şiddet gördüğü, eril şiddetin sonucu yaşamını kaybettiği, kadın cinayetlerine her gün bir yenisinin eklendiği bir ortamda sağlıklı bir toplum yapımızın oluşmasının mümkün olmadığı gerçeği aşikârdır. Bu kara tablo kadın hakları konusunda, bugün içinde bulunduğumuz vahim durumu özetlemektedir. Biz kadınlar, kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlendiği; kadınların gerek çalışma hayatında gerek aile içinde, gerekse toplumsal hayatta ve siyasette ayrımcılığa tabi tutulmadığı bir Türkiye özlemi içindeyiz.
Türkiye tarafından 1985 yılında imzalanan; “Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) “ taraf ülkelere, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa karşı, gerekli yasal düzenlemeleri yapma ve şiddeti ortadan kaldıracak uzun ve kısa vadeli çözümler getirme sorumluluğu getirmektedir. CEDAW’a taraf bir ülke olan Türkiye; imza üzerinden geçen 36 yıla rağmen, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık konusunda dünyanın en geri ülkelerinin arasında yer almakta ve hatta geçen yıllarla birlikte şiddet ve ayrımcılığın boyutları artmaktadır. Kadının cinsel, fiziksel, psikolojik bütünlüğünün dokunulmaz olduğunu; kadının insan haklarının temel insan hakkı olduğunu gerçeğinden hareketle, kadına yönelik her türlü şiddet sonlanıncaya kadar kadınlar ve kadın haklarının savunucusu olan erkekler, örgütlü bir şekilde mücadele etmelidir. Biliyoruz ki kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet bir insan hakları ihlalidir, Türkiye’de sistematik bir şekilde uygulanmaktadır. Kadınların her türlü siyasi baskıya rağmen tüm varlığıyla; şiddete, ayrımcılığa, , eşitsizliğe karşı sürdürdüğü haklı mücadele kadınların tek umudu durumundadır. Zira siyasal erk kadın haklarını hayata geçirmekten ve bu yöndeki beyanları dışında kalan tüm eylemleri, sorumlulukları gerçekleştirme iradesinden uzaktır. Yine taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin gereğini yerine getirmemektedir. Bugün İstanbul’da 11 Mayıs 2011’de imzaya açıldığı için “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen; 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi), özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa sözleşmesi olma niteliğini taşımaktadır. İstanbul Sözleşmesi, bugüne kadar Türkiye dahil Avrupa Konseyi üyesi 20 ülke tarafından onaylanmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliği; biyolojik veya hukuki, ailevi bağ olup olmadığına bakılmaksızın ev içi şiddetin (örneğin eski veya mevcut eşler, evlilik dışı partnerler, birlikte ikamet edilen aile fertleri, akrabalar veya birlikte ikamet edilen başkaları tarafından yöneltilen şiddetin) ve kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin standartlar öngören ve Avrupa ülkelerini hukuki olarak bağlayan ilk belge olmasıdır. Sözleşme aynı zamanda ,“toplumsal cinsiyete dayalı” ayrımcılık ve şiddeti temel almıştır ve toplumsal cinsiyeti tanımlayan ilk uluslararası belgedir. İstanbul Sözleşmesi, hem özel alandaki hem kamusal alandaki şiddeti yasaklamaktadır.
Kadınlar ve erkekler arasında hukuki ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesinin kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğunu benimseyen İstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik ayrımcılığı da yasaklamaktadır. Burada imzacı olan siyasal erkin kadın ve erkekler arasında hukuken ve fiilen eşitlik olduğunu kabul etmiş olduğu varsayılır, aslında bu temel husus Türkiye’de geçerli değildir.Bu eşitliğin devlet yönetiminde bulunanlar tarafından kabul görmediği bir ülkede hangi sözleşmeye imza atılırsa atılsın gereği yapılmayarak bir arpa boyu yol alınamayacaktır. Kaldı ki bazı politikacılar tarafından İstanbul Şözleşmesi’nden çekinilmesi gündeme getirilmektedir. İstanbul Sözleşmesi aleyhine gerek imza öncesinde gerekse imza sonrasında bazı dinci çevreler tarafından “Ailenin çürümesi”, “Boşanmaların artması”, “Ahlak yoksunluğunun çoğalması”, ‘Eşcinselliğin yaygınlaşması” na neden olduğu gerekçesi ile yoğun bir aleyhte propaganda sürdürülmüştür. Bugün bu söylemin bazı siyasiler tarafından de benimseniyor olduğu açıktır. Bulgaristan, Hırvatistan ve Macaristan’dan örnekler verilerek Türkiye’nin de Sözleşme’den çekilmesi gerektiği söylenmekte ve bunun için hazırlık yapılması istenmektedir. Örnek olarak Bulgaristan, Hırvatistan Macaristan geri kalmış ve faşist eğilimlerin olduğu ülkelerin benimsenmesi düşündürücüdür. Türkiye Avrupa vizyonundan uzaklaştığı ölçüde demokrasi ve kadın haklarından uzaklaşmakta ve geriye gitmektedir.
Bir uluslarası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nin imzacı ülke Türkiye’nin iç hukuku tarafından ne gibi sonuçlar doğuracağı Anayasamıza göre çok açıktır. Anayasa m.90/5 uyarınca, İstanbul Sözleşmesi kanun hükmündedir. Bunun hakkında, Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. İstanbul Sözleşmesi ile kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınır. Anayasa’nın 11.maddesi uyarınca, İstanbul Sözleşmesi hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Bu bilgiler ışığında insan haklarına dayanan demokratik bir hukuku devleti olma iddiasını taşıyan Türkiye’nin yapması gereken açıktır. Bu da İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi gündeme almaktan çok, onun gereğini yerine getirmek ve kanunsuzluktan uzak durmaktır.