Bir uğur böceği ziyaretçim… Umutlarımı onun hassas kanatlarına yükledim, o kadar kırılgan ki her şey bu devirde. Bir ateş böceği ışığına hayallerimi emanet ettim.
Kötülüklerin ağır bastığı bu kaotik zaman dilimimde, her şey bir o kadar sıradan, bir o kadar da geçici ki… “Mış” gibi yaşıyorum. Sever “miş” gibi, özler “miş” gibi, aşık “mışım” gibi. Başka türlüsü olmuyor. Nefes almanın, hayatta kalmanın bir yolunu arıyor insan, hayata tutunmanın…
Bütün ruhların kirlendiği; bütün sevgilerin, güzel olan her şeyin hoyratça tüketildiği, yerine hiçbir şeyin konmadığı kayıp bir zamandayım. Herkes kayıp ruhlarla devam ediyor yoluna, öylesine kör topal, öylesine yaşamadan yaşar gibi, hissetmeden sever, dokunmadan sevişir gibi…
Yapma çiçekler var herkesin elinde, rengârenk çiçekler… Herkes sahip olduğuna sımsıkı sarılırken kimse bu çiçeklerin kokusuz ve sahte olduğunu, yapma-cık olduğunu bilmek istemiyor. Ne büyük bir yanılsama bu. Herkes inanmak istiyor söylediği yalanlara. Kendisi farketse de, kocaman bir yalanın öznesi olduğu bilinsin istemiyor. Ama o kadar da sırıtıyor ki her şey tüm çıplaklığı ile. Üzerine boyadan astar çekilmiş bir eşya gibi… Kabuk kabuk kalkıyor altındaki boya. Her şey özüne geri dönüyor. Sırıtıyor tüm gerçeklik ayan beyan, çırılçıplak… Ondan kaçılmıyor.
Her şey yenilenmiş gibi görünse de, bir o kadar da eski. Güneşin doğması dünyanın yaşıyla bir, çok eski. Ama bu doğuş her başlayan gün için de yepyeni.
Hayat boyu ruhsal dönüşümlerden geçiliyor ister istemez. Ama bu dönüşümler gerçekle yüzleşmeye gebe olmuyor her zaman. Çoğu kez eskinin yüzü kat kat makyajla kapatılıyor. Ne gariptir ki insan inanmak istediğine inanıyor. Alışıyor; türünün devamına, hayatta kalmasına neden olan da bu alışabilmek yeteneği değil mi zaten… Ne olursa olsun, illaki devam etmeli yaşama, ne olursa olsun yaşamın hakkını verebilmeli insan, işte bu zihinsel kodlar herkes de var olsa da sonuç her zaman aynı olmuyor. Yitik hayatlar, yitik insanlar da var. Kaçıp gidenler mutlu mu acaba, ”ben böyle bir oyunda yokum, kuralları ben koymadım” diyenler. Yoksa sonsuz bir ateşte kavruluyor mu yürekleri, tam o son anda keşke geri dönebilseydim derken. Yoksa kararlılıkları mı ağır basıyor. O kadar yılgın mı oluyorlar hayat karşısında. Sanrılı bir zihnin türlü hezeyanlarını susturamamak mı bu insanların derdi, yoksa bu kadar çirkinlikle baş edemek mi?… Pişmanlar mı o vazgeçişten, geriye dönüşü olmayan bu terk edişten… Gerçeklerin ağırlığı mı, yoksa hiçbir şeyi kaldıramayacak kadar yorgun bedenlerleri mi buna neden…
Cesaret değil elbet yaşamdan vazgeçmek. Oyundan vakti gelmeden ayrılıp gitmek… Yaşam karşısında ölümü yüceltmeye neden değil hiçbir şey. İnadına mücadele etmeli hayatla, çünkü onun ileride ne getireceğini kimse bilmiyor. Geçmişin geleceğin, geleceğin geçmişinin bir parçası… Geri dönecek olursak, kaybetmişliğini ilan etmek midir bu terkedişler cümle aleme. Ya da dünya size kalsın ben yokum demek mi. Hepsi farklı farklı romanların yazılmış farklı farklı bölümleri… Aynı sonla bitiyor gibi görünseler de, her biri diğerinden çok farklı nedenler ve yaşanmışlıklar silsilesi. Belki tek ortak duygu var o da insanın içini acıtan hayal kırıklıkları, can kırıkları…
Tutabildiğin ne var ki hayatta; parmaklarının arasından akıp giden su misali, akıp gidiyor hayat. Panta rei, her şey akar… Ne tutabiliyorsun zamanı ne de ele geçirebiliyorsun mekânı… Kendini sorguluyorsun sonra, bulmak için benliğini, tanışmak için içindeki öteki ruhlarla… Kendine türlü ontolojik önersemelerin konusu biteviye tekrar eden sorular soruyorsun, asırlardır yapılageldiği gibi… Sorular hızla akıyor zihninde:
Ben kimim?
Varlığımın nedeni ne?
Ömrümü neye vermeliyim?
Amacı ne dünyaya gelişimin?
Burada yaşamı anlamlandırmak arzusu ağır basıyor serde. Sorguluyorsun kendini.
Aslında yaşamın ta kendisini… Ve bu döngü ömür boyu devam ediyor, belirsizliklerle… Belki de insanca, hakkını vererek yaşamının gereği bu. Ezberleri bozup, sorgulamak her şeyi… Ne sorduğun sorular, ne bulduğun cevaplar memnun etmeyebiliyor seni. “Kararlarım aslında kimlerin kararlarının bileşkesi,
nasıl da kandırıyorum kendimi yaşamımda başrole sahip olduğumu düşünerek” diyor mu insan kendi kendine… Ya da bu cümleleri kimler kuruyor: “ Bir figüran rolünü oynuyorum çoğu kez. Çok az bir şeyim hayatta. Başka insanların hayatlarıyla kesişim kümesi kadar küçük ve belirsiz bir alanda nefes alıyorum. Özgürlüğüm zorunlulukların bilincine vardığım ölçüde var…”
Kısıtlılıkların arasında mecburi tercihlerle gölgelenirken zihnim, ben de kendime kendi tercihlerimi yaptığım yalanını fısıldıyorum. Kendime kendimi iyi hissettirecek şeyler telkin ediyorum. Biliyorum çoğu kez bunların doğru olmadığını… Yine de yaşamak için bu yalanlara ihtiyaç var… Bir trenin raylardaki manevra kabiliyeti kadar tercihlerim. Dönemeçlerde makaslar değişse de, kendi kader yolunu çizen bir trenin manevra kabiliyetinde bir hayat benimkisi. Öyle keskin dönüşlere yer yok bu yolculukta. Hiçbir şeyin tesadüfi olmadığına inanıyorum. Mutlak kader, iradi kader, külli irade, cüzi irade… Bu kavramlar geçerken aklımdan kendine çok anlam yükleme diyorum kendi kendime… Zarları başkası atmış olsa da sen en iyi oyununu oyna. Türlü engellere karşın elinden gelenin en iyisini yap. Ne vazgeç, ne terk et, sev kendini, ama bil ki samanyolundaki bir yıldız kadar ya var ya yok yerin bu dünyada. Kaybederken, ya da kazanırken bunu asla
Aklından çıkarma. Ne övün, ne yerin. Ne hiçleştir ruhunu, Ne de dev aynasında gör kendini… Zaten her şey zıtlıkları sayesinde yok mu bu hayatta…