Noel Baba’nın Türk panteonundan kapitalizm tanrısı pa “ra”ya uçuşunun hikâyesi…
“Aman!.. Ağzından yel alsın!” Yıllardır hoşumuza gitmeyen sözcükler duyduğumuzda karşımızdakine bu cümleyi söyleriz.
Peki, bu cümlenin Noel Baba ile ne alakası var, hiç düşündünüz mü?
Eski Türk panteonunda (Bir halkın tüm tanrıları) Yel Ata adında bir Tanrı vardı. Önceleri Yel Ana daha sonraları ise Yel Dede olarak da anılan bu tanrı, adından da anlaşılacağı üzere “Rüzgâr Tanrısı”ydı. Dünyanın tüm meltemleri, kasırgaları, fırtınaları ondan sorulurdu. Dönemin köylüleri harman zamanı onu çağırır ve “Yel Ata, gel atına saman götür…” diye bağırırlardı. İnanca göre, Yel Ata da atına saman götürebilmek için gelip harmanı savururdu. Ardından da samandan bir avuç alarak atına yem alarak verirdi.
Yel Ata’nın insanları kötülüklerden koruyan koruyucu bir ruh olduğuna da inanılırdı. Ağzından yel alsın işte, onun rüzgârıyla, “ağzından çıkan kötü sözcükler savrulup gitsin, hayatına kötülük uğramasın” anlamındaydı. Yel kelimesi Eski Türkçe’de aynı zamanda “cin” diğer bir deyişle “elf” olarak da kullanılmaktaydı.
Denilen o ki, Yel Ata zamanla Ayaz Ata’ya (Ayaz Dede, Soğuk Dede, Kış Baba, Kutsal Baba, Çam Baba) dönüştü. Bu dönüşümle birlikte bilgiler de başka bir boyuta evrildi.
Bu bilgilere göre, Ülker Burcu’nun altı yıldızı göğün altı deliğiydi ve oradan soğuk hava üflerdi. Ayaz Ata’nın bindiği kızaktaki altı ayak da Ülker Burcu’nun altı yıldızını ve göğün altı deliğini temsil etmekteydi.
Bu soğuk hava, özellikle Ay’ın Dünya’dan en iyi görülebildiği zamanlarda “ayaz” denilen yakıcı bir soğuğa dönüşürdü. Eski Türk inancına göre bu ayazı da Ay Tanrısı Ay Ata (Ay Dede) oluştururdu. Ama Ay Ata, aynı zamanda insanları ayazından korumak için de kendi ışığından yarattığı Ayaz Ata’yı yardım için gönderirdi. Ayaz Ata da insanlara av hayvanları, kürkler ve yiyecekler sunardı. Kış mevsiminin hakim olduğu günlerde, onları açlık ve soğuktan ölmekten korurdu.
Ama tabii tüm bunları daha üst planda yöneten bir büyük tanrı daha vardı. Onun adı da Ülgen Han’dı. O göksel ve meteorolojik olayların ilk kaynağıydı. Ülgen Han geceyi, gündüzü ve güneşi yönetirdi. İyilik yapmayı severdi. Aynı zamanda elinde bir de topuz taşırdı. Bu topuzun üzerinde de yaşam ağacının köklerine benzer dallar ve budaklar vardı. Ülgen Han insanlığa kutsal ateşi yakmayı da öğreten tanrıydı.
Eski Türk inançlarına göre, en uzun gecenin yaşandığı 21-22 Aralık günleri arasında farazi bir savaş çıkardı. Bu savaş gün ve gecenin savaşıydı. Savaşın sonunda ise daima güneş galip gelirdi. Bu nedenle Türkler, 21 Aralık gecesi kutlama yaparlardı. Kutlama öncesi yaşadıkları ortamı temizler, temiz giysiler giyer, yiyip içerek eğlenir, şarkılar söylerler, Tanrı Ülgen’e sunulmak üzere hediyeler hazırlar, akçam ağacı altında dualar ederek hediyelerini ağacın altına bırakırlardı. Mevcut toplumun en yaşlı ve en bilge kişisi de bu kutlamada liderlik yapardı.
Türkler, Güneş’in zaferinden sonra gelen ilk dolunayda da yeni yılı bayram gibi kutlarlardı. Bu bayramın en büyük özelliği ise “Yeniden Doğuş Bayramı” olmasıydı. Güneşin doğuşundaki rengi, kırmızı anlamına gelen “nar” kelimesiyle özdeşleştiren Türkler, bu bayrama Nar Dugan (Kırmızı Doğan) derlerdi. Bu bayramda akçam ağaçlarının dallarına kırmızı ipler, bezler bağlayarak Ülgen Han’a dileklerini iletirlerdi. Akçam, aynı zamanda Türklerde hayat ağacının da simgesiydi. Türklerdeki bu gelenek, İslamiyet’in kabulünden sonra da devam etti. Günümüz de hala kutsal sayılan ağaçlara ve mekânlara bez, ip bağlama geleneği sürüyor.
Çam ağacının tüm türlerinin Türkler için kutsal sayılmasının birçok nedeni vardı. Mesela, yaz kış yeşil olmaları ile bir nevi ölümsüzlük simgesiydiler. Özellikle, sedir çamının çok önemli olmasının nedeni, Sirius’un yani Demir Kazık Yıldızı gibi bu ağacın köklerinin de bir kazık gibi toprağa tutunması ve son derece azimli, güçlü bir şekilde her türlü ortama adapte olabilmesiydi. Bu kökler, kayaları bile aşıyor ve ağaca 3 bin yıla yakın bir ömür sunuyordu. Ağacın bu denli uzun yaşaması, onun birçok insan tarafından ölümsüz olarak algılanmasına neden oluyordu. Ayrıca 40 metreyi aşan boyuyla ulu görüntüsü ağaçları kutsal sayan Türkleri büyülüyordu. Sedir ağacı aynı zamanda yıllar içinde beyaz saçaklı bir yosunla kaplanıyor ve bu görünümüyle de ulu, beyaz sakallı ataları andırıyordu. Sedir ağacı Şaman davulları için tokmak yapımında kullanılıyor ve davulların üzerine de resmediliyordu.
Bana göre, sedir çamı, Altay Türkleri’nin inancında yer alan 3 ayrı dünyanın da sembolüydü. O, ululuğuyla yukarıda bulunan iyi ruhların yaşadığı aydınlık alemi, güçlü gövdesiyle orta dünyada yer alan insanları ve toprağın derinliklerine uzanan kökleriyle alt dünyada, yer altının derinliklerinde yaşayan kötü ruhları da kapsayan bir inancı sembolize ediyordu.
Türkler için öte alemle bağlantı kurmak çok önemliydi. Özellikle dinsel ayinlerinde, duru görüye büyük önem veren, zihinsel ve ruhsal bir trans haline geçen Türkler için çam ağacının kozalakları, sezgi ve duru görüyü yöneten “epifiz bezi”ni de temsil ediyordu. Bizlerin daha yeni yeni özelliklerinden haberdar olduğumuz çam kozalağı şeklini andıran epifiz bezi, kadim toplumlar tarafından oldukça iyi biliniyor ve kullanılıyordu. Antik çağda, Buda’nın kalpağında, Mısır hiyerogliflerinde, Sümer ve Yunan tanrıları figürlerinde, Güney Amerika yerlilerinin eserlerinde yakın çağda ise Papa’nın asasında da bu figürü görüyoruz.
Ayrıca, Türklerin ayinlerde kullandığı “Ayahuska” adı verilen kutsal içki de epifiz bezini uyarmak için etkin maddeler içeriyordu.
Türk dünyasında bunlar olurken gel zaman git zaman kuzey ülkelerinden birinde, bir bakıyoruz ki, aksakallı bir dede “Tanrı Odin” adıyla at koşturuyor. Hem de ne at. Atın tam 8 tane bacağı var.
İskandinav inancına göre Tanrı Odin, tıpkı Ayaz Ata gibi kışın insanları soğuktan koruyor. Çocuklar ise, kış aylarında çizmelerin içine havuç ve saman koyarak Odin’e sunuyor. Odin de tıpkı Türklerin Yel Ata’sında olduğu gibi atına saman alıyor ve dilekleri gerçekleştiriyor, insanlara yardım ediyor, av hayvanları ve kürkler sunuyor.
Odin aynı zamanda çok da havalı bir tanrı. Tıpkı Ülgen Han gibi yeryüzüne ve gökyüzüne hakim. Gerektiğinde ise bir kartala dönüşebiliyor. Odin’in bir de güneş gibi parlayan tek bir gözü var. Diğer gözünü ise bilgelik uğruna kaybetmiş.
Odin’in, aynı zamanda cüce elfleri de (cinleri) var. Bu dört cüce, dünyanın dört bir yanını korumak için and içmişler ve bu dünyaya ‘Midgard’ adını vermişler. Yani daha önce sözünü ettiğim Altay Türkleri inancında yer alan “Orta Dünya” yani insanların diyarı.
Odin’in elindeki mızrak da tıpkı Ülgen Han’ın elinde tuttuğu topuz gibi Kutsal Yaşam Ağacı’ndan izler taşıyor. Odin İskandinav panteonunda, adeta Yel Ata, Ayaz Ata ve Ülgen Han karması halinde karşımıza çıkıyor. Odin aynı zamanda, Yeşil Adam figürüyle de bağlantılı bir tanrı. O’nun insanlığa yardımlarından ötürü Hızır ve Zülkarneyn olduğu da iddia ediliyor.
Önceleri birçok toplumda yeşil kıyafetli olan komik görünümlü Noel Baba belki de, tarih boyunca çok fazla sayıda Hıristiyan katletmiş olan Vikinglerden ve Türklerden bir tür intikam alma ya da onları hafife alma oyunu olarak çıkmıştı. Belki de korkuyu azaltmak için oluşturulmuş bir bilinçaltı arınma uygulamasıydı. İnsan psikolojisinin ve bu psikolojiye bağlı olarak yaptıklarının bilinmezliği evrenin bilinmezliği kadar derin bir konudur.
Peki, Odin’in bu kadar çok Türk Tanrılarına benzemesinin nedeni neydi?
M.S 3.’üncü yüzyılda başlayan Hunların, Kafkaslardan Atlantik’e uzanan göç dalgası Avrupa Kıtası’nı kökten etkiledi. Türklerin tek tanrılı Tengri inancı, çok tanrılı Avrupa’da önemli etkiler yarattı.
Yakın geçmişte, ‘ İsveçli tarihçi Prof. Sven Lagerbring, Türkçe ile İsveççe arasındaki ortaklıklardan, mitolojik benzerliklerden hareket ederek, İsveçlilerin atalarının Türkler olduğunu iddia etti. Lagerbring, ”İsveçliler Türk kökenlidir. Tanrımız Odin de Türktür.” dedi. Sizce de olabilir mi?
Tarih boyu kış dönümü kutlama yolculuğumuzda, her yolun vardığı gibi bizim yolumuz da Roma’ya vardı. Roma İmparatoru I. Konstantin, imparatorluğun ekonomik durumunu güçlendirmek için cin bir fikir buldu.
Önceleri Hıristiyanlara karşı çok acımasız olan Roma İmparatorluğu, “Büyük Takibat’’ adı verilen, 303-313 yılları arasında gerçekleşen dönemde, barbar akınlarıyla birlikte güçsüzleşmeye başlamıştı. Hıristiyanlığa karşı uyguladığı politikalarda da başarısız olmuştu.
Roma İmparatorluğu, İmparator I. Konstantin döneminde, 313 yılında Milano Fermanı’nı ilan etti. Bu ferman ile Hıristiyanlığa karşı hoşgörüyle bakılmaya başlandı. Ama o dönemlerde halen paganizm geleneklerini de sürdüren Roma İmparatorluğu, hem paganları hem de Hıristiyanları çatısı altında sulh içinde tutabilmek için Hıristiyanlığa pagan motifler eklemeye başladı. Konstantin bu cin fikriyle Roma için hem barışı hem de ekonomik büyümeyi hedefledi.
Günümüzde Hıristiyan dininin sembollerine baktığımızda paganizmden birçok etkilenim görmekteyiz. Söz gelimi, Hıristiyanlığın kutsal sembolleri balık ve haçtır. Bu iki sembol pagan inancından gelmektedir. Haç zodyak takviminden, balık ise pagan burcundan alınmıştır.
Paganizmde Güneş Tanrı’nın kutsal günü pazardır. Latin dillerinde güneş gününü de “Sunday” dir.
Hıristiyanlık İsa’nın doğumunu 25 Aralık olarak kabul edilip çarmıha gerildiği, üç gün ölü kaldığı ve tekrar dirildiği inancına sahiptir. Bu hikâye de aslen pagan kökenlidir.
Pagan tanrılarından Horus, Krishna mitlerinde de İsa Peygamber’in öyküsüne benzerlikler göze çarpar.
Anlaşılan o ki Roma, pagan geleneklerini ve Tanrı’nın oğlu arketipini baz alarak bir din geliştirme misyonunu kendine görev edinmiş ve bu uğurda bir hayli yol katetmiş, böylelikle gücünü bir süre daha korumayı başarmış.
Hıristiyanlık, Orta Çağ ‘da Kuzey Avrupa ile Rusya üzerinden coğrafi keşiflerinin de artmasıyla tüm dünyaya yayıldı. “Sedir ağacından” yapılmış gemiler okyanuslar boyunca yol aldı. Kültürler birbiriyle kaynaştı. Hıristiyanlık günümüzde, inanlarının sayısıyla derecelendirildiğinde, dünyanın en büyük dini olarak kabul ediliyor.
Hıristiyanlık başladıktan sonra kilise başta Paskalya değil, Noel’i kutladı. Ardından dördüncü yüzyılda, İsa’nın doğumunu bir tatil olarak başlattı ve Papa I. Julius, Mesih’in doğum günü olarak 25 Aralık’ı seçti. Ama o dönemlerde, kilisenin bu tarihi, pagan “Saturnalia Festivali”nin geleneklerini benimsemek için seçtiğini söyleyenler oldu.
Ardından, “Doğuş Bayramı” olan Noel’in kutlanması Mısır’a oradan da İngiltere’ye yayılmaya başladı. Noel, gittikçe önem kazanan bir bayram oldu. İlk zamanlarda, bu bayramda Avrupa’da fakir insanların zenginlerin evlerine gidip yiyecek ve içecek talep etmesi geleneği vardı. Ama bu gelenek günümüzde unutuldu.
Noel Baba kültürü ise daha sonraki yıllarda ortaya çıktı. MS 4. Yüzyılda yaşamış olan Hıristiyan Piskopos Nikola (Barili Nikola ya da Myralı Nikola, Aziz Nikolas, Saint Nicholas Santa Klaus) Noel Baba efsanesinin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu piskopos Anadolu topraklarında o dönemdeki adıyla Likya’nın Myra yöresinde (Antalya/ Demre) yaşamıştır. Yoksulluk nedeniyle fuhuşa sürüklenecek olan üç genç kızı çeyiz masraflarını ödeyip evlendirdiğine ve bir kasap tarafından öldürülüp tuzlu suya basılan üç çocuğu dirilttiğine inanılır. Ortaçağ’da ünü tüm Avrupa’ya yayılan Aziz Nikola, hayatı boyunca büyük acılar çekmiştir.
Aziz Nikola’nın, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlara karşı acımasız olduğu dönemlerde Hıristiyanları koruması cezalandırılmasına neden oldu. Dönemin Roma İmparatorunun emriyle tutuklandı. Hatta şimdiki adıyla İstanbul olan kentte yer alan Yedi Kule Zindanları’nda işkence gördü. Tutsaklıkla geçen 6 yılın ardından idamını beklerken, tahta yeni imparatorun çıkmasıyla özgür kaldı ve Myra’ya geri döndü.
Aziz Nikola, öldükten sonra Myra’daki kilisesinin mezarlığına gömüldü. 6. yy’a gelindiğinde ise türbesinin ünü oldukça yayıldı. 1087 yılında İtalyan denizciler ya da tüccarlar kemiklerini korumak amacıyla İtalya’nın Bari kentine götürdüler. Bu durum Nikola’nın Avrupa’daki ününü daha da arttırdı ve Bari bir hac merkezi haline geldi.
1950’li yılların sonunda ise Aziz Nikola’ın kafatası üzerinde yapılan anatomik çalışmalar sonucu yüzünün olası görünümü oluşturuldu. Ama görüntü günümüzde bildiğimiz Noel Baba imajını pek de andırmıyordu.
Aziz Nikola’nın tüm dünyaya yayılan ününün, Piskopos Nikola’yı konu alan Hollanda efsanesi Sinterklaas’a dayandığı iddia edilir. Bu efsane ilk kez Hollandalı göçmenler vasıtasıyla Amerika Birleşik Devletleri’ndeki New Amsterdam’a yani günümüzdeki adıyla New York şehrine ulaştı.
Yel Ata ile başlayan, Ayaz Ata ile devam eden ardından Hunlar sayesinde Kuzey Avrupa’da Odin’le buluşan efsane yine çemberi Anadolu topraklarında tamamlamıştır. İsimler farklı olsalar da kutsiyet atfetme konusu aynıdır. Aziz Nikola da tıpkı eski Türk tanrıları gibi yoksullara, darda kalmışlara yardım eder. Ona da tıpkı Türk ritüellerinde olduğunca, özellikle çocuklar tarafından kurabiye, süt, havuç gibi hediyeler bırakılır. Bu ritüel Odin için çizmelerin içinde bırakılan saman ve havuçla da özdeştir. Karşılığında ise onlardan yardım ve hediye beklenmektedir. Ayrıca Noel Baba hediyelerini, Türklerin Ülgen Han’a hediyeler bıraktığı Akçam’a benzer bir çam ağacının altına bırakır. Türklerde kutsal sayılan ateşin sembolü ocak yerine geçen şömineye çorapların asılması(Odin’in çizmelerinin simgesi) yine Noel Baba’nın şöminenin bacasından geldiğinin düşünülmesi de manidadır.
Noel Baba’nın dinden kopup ilk sekülerleşme çabaları ise karikatürlerde kendisini gösterir. Karikatürleri ilk kez 1863 yılında Thomas Nast tarafından çizilir. Bu Amerikalı karikatürist, onu dünyevi zevkleri de olan bir adam olarak karikatürize eder. Bu durum aslında Noel Baba’nın karikatüristin desteği ile kiliseye başkaldırışının da bir simgesi gibidir.
İngiltere’deki sanayi devriminin yankıları Amerika’ya ulaştığında ise Noel Baba dinden iyice soyutlanır.
Yıllar yılları kovalar. Dünya üzerinde Noel minnoş minnoş kutlanırken 1929 yılına gelindiğinde dünyada dev bir ekonomik kriz patlak verir.
Kriz, Amerika’da birkaç gün içinde her şeyi alt üst eder. Bir hafta içinde 4 bin banka ve binlerce irili ufaklı şirket iflas eder. Şehirlerde insanlar aç kalmamak için buldukları arsalarda sebze yetiştirmeye başlar. Yiyecek ticareti takas sistemine bile döner. Toplum yapısı son derece depresif bir hal alır.
Ama 10 yıl süren bu büyük ekonomik buhran döneminde bir marka yükselişe geçer.
1886 yılında, Eczacı Dr. John Pemberton tarafından mide için rahatlatıcı olarak üretilen Coco Cola geleceğe emin adımlarla yürümeye başlar. Zira Amerika’da 1920’de başlayan içki yasağı ona yaramış ve satışları artmıştır. Büyük krizin 10. yılında Coco Cola yeni bir reklam yüzü arayışına başlar.
Bu yüz neden Noel Baba olmasın diye düşünülür. Bir imaj çalışmasıyla, yaşına ve bembeyaz sakallarına rağmen hala pembiş yanaklarından sağlık fışkıran bir Noel Baba tiplemesi yaratılır.
Bu Noel Baba, halka umut aşılayan dönemin sağlık sembolü bir tombikliğe ve heybetli bir de göbeğe sahiptir. Depresif toplumu gülümsetmeyi başaran bu tonton ihtiyarın üzerine yine Coco Cola’nın şişesinin üzerinde yer alan kırmızı ve siyah renklerden bir kıyafet kombinlenir. Eline de bir Coco Cola şişesi tutuşturulur.
İşte bu noktada bir de bakarız ki, bizim Ayaz Atamız dönmüş, dolaşmış, ABD’ye gelmiş ve olmuş “Cola Baba”.
Tuhaftır ki, Aziz Nikola’nın Roma dönemi işkence dolu hapis hayatından kurtulup Anadolu’da, Myra’ya döndüğü dönemde yine böylesi zorluklara dolu bir açlık ve kıtlık dönemi vardır. Aziz Nikola’nın o dönemde halka yine mucizelerle yardım ettiği anlatılır.
Aziz Nikola’nın bu kez de yardıma koştuğu yer büyük buhranla sarsılan, açlık çeken ABD’dir. Noel Baba burada şöhretinin doruklarına ulaşır. Sinema, tiyatro vb. eğlence sektörü Noel Baba’ya her koldan yapışır. İçinde Noel Baba olan her iş para basmaya başlar.
Bu dönemin ardından Noel Baba, kapitalizm tanrısı Pa “ra”nın toplumları her yıl tüketim çılgınlığına sürükleyen bir neferi oldu.
Noel Baba günümüzde hala yer aldığı filmlerde, resimlerde ve fotoğraflarda; Coco Cola imajıyla boy gösteriyor. Odin’in 8 bacaklı atına öykünen ve Güneş Tanrısı’nın atlı kızağına benzeyen 8 geyikli bir kızakla “yel” gibi esiyor; havanın “ayaz”ına aldırmadan çatılarda dolaşıyor; şömine bacalarından Ülgen’in kutsal “ateş”in üstüne atlıyor; kutsal çam ağacının altına hediyelerini bırakıyor ve sonra işi bitince yine Odin’in “kuzey”deki karlar ülkesine geri dönüyor.
Bugün dünyanın her yanında, insanlar yüzlerce yıldır hala, Aralık ayının özel bir gecesinde çam ağaçlarının etrafında şarkılar söylüyor, geleceğe dair umut duymaya çalışıyor ve sabah olunca çam ağacının altında hediyeler bulan çocukların mutluluğuyla mutlu oluyor.
Noel Baba yıllar içinde Türk panteonundan, İskandinav panteonuna, oradan Hıristiyanlığa son olarak da kapitalizme geçiş yapmış olsa da yine de her koşulda; iyilik, güzellik ve sevgi dağıtmaya devam ediyor.
Günümüzde, süs çam ağaçlarının üzerinde takılı parlayan yıldızın İsa’nın doğumunu simgeleyen Beytlehem Yıldızı olduğu söylense de aslında hala kutsal ağaçların üzerinde, Güneşlerin güneşi Sirius’un ışığı yani, Türklerin Demir Kazık Yıldızı’nın ışığı parlamaya devam ediyor.
Günümüz Türklerine gelince, bizimkiler şimdilerde, yel üfürmüş, sel süpürmüş Patara’da Aziz Nikola’nın ilk kilisesini arıyor. Bize ondan geriye kırık dökük bir lahit, birkaç parça kemik kalmış. Türkiye Aziz Nikola’yı geri istiyor. Gelir mi? Bunu zaman gösterecek.
Her şey bir yana, ben yeni yıl kutlamalarını ve yeniden doğuş ruhunu seviyorum. Bir şey nasıl başlar ise öyle gider.
Hayatta her yan ayaz, unutmayın ki gökteki Ülker’in altı kapısından yel vuruyor.:) Bizim uçan geyiklerimiz de yok ki göğe uçup kaçalım. Biz sadece her koşulda mutlu olmaya bakalım. Ne ilginç şu an aklıma Miraç’a uçuran Burak geldi. İyi ruhlar her daim gökyüzüne yükselir ama iyilik melekleri de orta dünyada hep mevcuttur. Kimbilir, belki de bu yıl sizin omzunuza konarlar.
Öyleyse şimdi bir mum yakın, bir şarkı mırıldanın, gülümseyin ve göğe yükselmiş, gelmiş geçmiş tüm iyi ruhları selamlayın…
Evrenin tüm sevgisi yaşam yolunuzu aydınlatmaya devam etsin. Sevgiyle kalın…