Dışarda yağmur, içerde ben ve kafamdakiler. Düşler, düşünceler, gittikçe çoğalan yazı başlıkları. Bir eldiveni tersyüz edermiş gibi, unutmak istediğinle yüzleşmek gibi bir şey yazmak. Belki ölüme bir çeşit meydan okuma, bir hesaplaşma, sorumluluklarını düşünme ve kendine saygılı ve sevgili yaşamak gibi bir şey yazmak. Bir kadın, bir insan olma sorumluluğunu hatırlama ve gücüm ve kalemim yettiği kadar da hatırlatma.
Düşünmenin ve aklın insanoğlunu mutsuz ettiği bu eskimiş gezegende; bir dağ köyünde, okuma yazması olmayan, tüm yaşamı çocuk yaşta evlendirildiği kocası, doğurduğu çocuklarına toprak gibi sahip çıkan, ekip biçen, doğanın tüm renklerini dokuyan, günün ilk ışıklarında uyanıp gün battığında uyuyan bir kadın olmayı istediğim anlar çok olmuştur hayatımda.
Fazla bilginin, entelektin, ruhu şaşkına çevirdiğini de düşünmüşümdür zaman zaman.
İğde ağacını zeytin ağacı zanneden bir apartman yetişkini olarak üç sene önce ilk defa toprağa yakın yaşamaya başladım.
Yavaşladım biraz.
Doğa sana ihtiyacın olan ritmi hediye ediyor zaten ona yakın durursan.
Bu yaz su kabağı sarmaşığı ektim bahçeye, çekirdeğinden çoğaltıp. Her gün izledim büyümesini ki gözle görünür bir büyümeydi. Eğer Mayıs ortası toprağa girerse fideler çok gönüllü oluyorlar yaşamaya. Aksi halde nazlanıyor, çiçeğe duruyor ama meyve vermiyor. Mayısta ektiklerim hızla büyümeye başladı, incecik filizler attı gövdesinden, inceliğinden ummadığınız bir güçle tutunmaya başladı güvenli yerlere.
Sonra çiçeklendi. Beyaz ve sarıçiçekler. Sarıçiçekler kabağa döndü, beyazlarsa süsüydü belli ki. İlk meyvesini verdikten sonra ilginç bir şey oldu, kökünden ilk meyvesini verdiği yere kadar kurudu, dalları adeta kayış gibi karardı, ağır meyvesini taşımak için. Sonra ikinci kabak, yine gerisi kurudu, yeşiliyle devam etti yoluna tutunarak. Hayranlıkla izledim, doğanın bu yaşama ve üreme serüvenini. Bir mevsimlik ömründe 14 tane meyve verdi içi onlarca çekirdekle dolu.
Bir yanda yasemin, bir yanda patlıcan çiçeği, iğde, kayısı, gül, binlerce çeşit ağaç, çiçek, bitki.
Toprak aynı toprak.
Doğanın bin mucize hediyesinden biri toprak…
İşte zaman zaman özlediğim o kadın; doğadan öğrenir, en benzer parçasıdır toprağın. Onun mutsuzluğu; en modern felsefecilerin bile kimyasını çözemedikleri aşk tan olmaz. Aşk oldu mu; engel tanımaz, yürür üstüne tüm baskıya rağmen.
Ferhat’ın dağı delmesinin nedeni olur.
Her ne kadar savaş tanrısı bedeninde olsa da Yunanda; bilgelik, başarı, şans sembolü baykuş, barış simgesi zeytin dalı da durur bir yanında.
Athena’nın baykuşu karanlıkta göremeyen insanlık için bir rehberdir.
Savaş tanrısı bile olsa, kadın savaş istemez!
Anadolu da yüz memeli Kibele’dir. Toprak anadır. Döl alıp doğurandır toprak.
Berekettir, yaşatandır.
Erkeği, kadını zamanı gelince sonbaharda dökülen yapraklar gibi toprakla buluşur, karışır.
Ana’ya can olur bedenler.
Elimiz, gözümüz, bedenimiz toprağa aittir ölümde.
Ya yaşarken? Unutur insanoğlu doğanın bir parçası olduğunu.
Onu yaşatandan ayrı düşmüştür aklı.
Denize serinlemek için girer yaz sıcağında. Rahatlar. Sadece serinlediği için mi rahatlar?
Suyun içinde geliştiğini unutmuştur çoktan. Üç günlük bebekken yüzebildiğini. Doğduğunda aldığı nefesi unutmuştur. Yeniden öğrenmek için çabalar.
Toprağın, su gibi temizlediğini unutmuştur.
Ah şu akıl fazlalığımız!
Yaşama hakkı bizimle eşit olduğunu unuttuğumuz; hayvan bitki ve ağaçlardan, akıl fazlalığımız sanki bir avantajmış gibi bu hakkı aldığımızda sonu çabuklaştırıyoruz.
Farkında mıyız?
Aklın; doğanın sırlarını henüz çözmeye yetemediği gezegenin gençlik yıllarında, insanoğlunun tanrıları doğaydı. Denizin, toprağın, yeraltının, fırtınanın tanrılarıydı onlar.
Zamanla doğanın güçleriyle baş eden insan, doğanın tanrılarını tahtlarından indirdi. Onların yerine kendi elleriyle yaptıkları tanrılar yarattılar.
Akıl ilerledi.
Cennet, cehennem kavramları oluştu. Soyuta giden akılla, artık somut, kendi oluşturduğu heykel tanrılar yetemedi inanmaya
Tek ve görünmez bir tanrıyı tercih etti.
İnsanlık serüveni; bilemediği ama korktuğu şeye inanarak hep kendini korumaya aldı.
Bu gün de o akıl; gezegenin sonunu gelebileceği korkusuyla başka gezegenlere göç etmek için yollar arıyor.
Akıl geliştikçe birçok şeyi değiştirebiliyor, geliştirebiliyor insanoğlu. Bilim, teknoloji, felsefe, tıp, yapay zekâ.
Bu gelişmenin ardında, neyi yitirdiğinin farkına varıyor mu?
Şu insan aklı ne kadar muhteşem ve bir o kadar da ölüm yüklü bir güç haline gelmiyor mu gittikçe?
Kendimize ve gezegene ne yaptığımızı anlamanın zamanı gelmedi mi?
Bir arkadaşımdan duymuştum;
“İnsan, dünyanın kanser hücresi” cümlesini.
Bir de Kızılderili atasözü;
“ İnsanlık; paranın yenemeyeceğini anladığı zaman, çok geç olacak”
O zaman “geç olmadan” biraz yavaşlayalım önüne geçmeyelim doğanın.
Doğanın tanrılarını çağırmayalım.
Onlar affetmez!