Sahilde bir çocuk, elindeki sünger boru gibi bir oyuncakla denizden su çekip gökyüzüne fırlatıyor. Yüzündeki mutluluğu hayranlıkla izliyorum, nedir onu bu kadar mutlu eden şey anlamaya çalışıyorum, hatırlamaya çalışıyorum.
Unutmuşum.
Bir an bile yok aklımda çocukluk mutluluğumdan kalan. Hatırlayabildiğim; ilk kara tireni gördüğümdeki korku, dedemin omuzlarında. Tek korku kalmış aklımda. Sadece korkular mı iz bırakır bellekte? Bilmiyorum. Halbuki mutlu anları daha çok hatırlanmalı insan.
Göğe su sıkarkenki neşesini, mutluluğunu hatırlayabilecek mi acaba bu güzel çocuk, büyüdüğünde. Çocuklarına da bu oyuncağın aynısından alacak mı? Alabilecek mi? Bilmiyorum.
Büyüyebilecek mi bu çocuk?
Onu da bilmiyorum.
Sonra da, sahilde eğlenen hiç tanımadığım bir çocuğa bakarak bunları nasıl düşünebildiğime şaşıyorum. Üç sene önce, bir çocuğa baktığımda onun neşesini, mutluluğunu kıskanabileceğim, sonra da onun büyüyememe ihtimalini düşünebileceğime şaşıracağım hiç aklıma gelmezdi.
Düşünce keşke duran bir şey olsaydı ve sadece biz istediğimiz zaman harekete geçseydi, hep iyi ve bizi mutlu edecek şeyler olsaydı düşündüklerimiz.
Her ne kadar durmasını istesem de durmuyordu işte, devam ediyordu akmaya beynimin içinde gittikçe dolanarak birbirine, gittikçe düğümlenerek bilinmezlere.
Acaba bu çocuk doğduğu dünyayı nasıl hatırlayacak büyüdüğünde?
Bu hatıralarıyla nasıl baş edecek. Belki de unutur… unutabilir mi sizce?
Dediğim gibi mutlu anlar çok hatırlanmıyor, ancak mutluluk kaybolunca hatırlanabiliyor bu anlar. Yaşarken farkedilmiyor güzellikler.
Ne kadar acımasız bir oyunu bu beynin.
Çocukluktan gençliğe geçişimin en büyük travması Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı, bir de teyzemin anlattığı Erzincan depremi. Televizyonların tek kanal ve siyah beyaz olduğu yıllar. Henüz domates ve salatalık kokusunu kaybetmemiş, ateşte kızartılmış mısırın yazlık sinamalarda tek tek koparılarak yendiği yıllar. Caddebostan’dan kayıkla balığa çıkıp kova kova istavritleri tüm mahalleye dağıttığımız yıllar. Paranın, doların sohbetlerde konuşulmadığı, konuşulmasının ayıplandığı yıllar.
Aşkın sadece aşka benzediği yıllar.
Evet, sadece korkular hatırlanıyor, mutluluklarsa kaybedildiğinde…
Şimdi bu güzel çocuk neyi hiç unutmayacak?
Çocukluğunda taktığı maskeleri, evde kapalı kaldığı günleri, ailesinden, yakınlarından salgında ölenleri Ölümün kavramını bu kadar erken öğrenmesi nasıl bir etki yapacak düşüncelerinde
Bilmiyorum…
Okula gidememesini, televizyonda sansürsüz, reyting kaygısıyla en küçük detayına kadar verilen cinayet olaylarını, belki babasının pandemiden dolayı işsiz kalıp çektikleri geçim sıkıntısını, bir türlü söndürülemeyen yangınları, ölen hayvanların ve ağaçların çığlıkları şimdi düşünmesede beynini içinde asla unutamayacağı birer anı.
Şimdi çok mutlu, deniz kıyısında keyifle oyuncağınla oynuyor. Ama o, çocuğuna belki böyle bir oyuncak alamayacak çünkü o deniz orada olmayacak.
Belki o zaman hatırlayacak bu günkü mutluluğunu. Anlatacak çocuğuna.
Kaybettiğinde denizini.
Ben de eğer yaşamayı başarırsam bir onbeş yıl daha, tek bir şey hatırlayacağım;
Bu günkü çaresizliğimi… suçluluğumu…
Dilimin kum tadını, soluğumun küfür dolu ateşini…