Yandaşın biri kendi ile çelişircesine bir kuş sütünün eksik olduğu kahvaltısında ülke ekonomisine yorum getirerek “gerekirse simit yenecek” diyor. “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur” derler. Önce kendiniz simit yemekle başlayın “kemer sıkmaya”.
Öyle 5 milyon TL’lik yeni araca binerek zengin sofrasında fukara gönüllü olmakla olmaz ahkam kesilmez.
Anlaşılan ülkede herkes kendince “ekonomist” olmuş da bizim haberimiz yok.
Bu arada Türkiye ile hemen hemen aynı ekonomik kadere mahkum olan Venezuela devlet başkanı Nicolas Maduro ile Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir telefon görüşmesi yaptı.
Görüşmede, “Türkiye-Venezuela ilişkilerini geliştirecek adımlar ve bölgesel konular” ele alınmış.
Maduro görüşmeye ilişkin yaptığı yorumda “önümüzdeki yıllar için büyük zorluklardan ve ortak kalkınma için işbirliği alanlarında ilerleme ihtiyaçlarından” bahsettiklerini söyledi.
Türkiye-Venezuela ilişkisi, “tencere dibin kara, seninki benimkinden kara” atasözünü akla getiriyor…
Venezuela, bir zamanlar 303 milyar varil petrol rezervi ile dünyada ilk sırada yer alıyordu.
Tıpkı bir zamanlar Türkiye’nin tarım ve hayvancılıkta dünyanın ilk sıralarında olduğu gibi.
Venezuela geçmişte petrolün yanı sıra altın, demir, elmas, kömür madenlerinden başka stratejik öneme sahip olan uranyum ve koltan madenlerine bile sahipti Türkiye’nin de zengin maden yataklarına sahip olduğu gibi.
Venezuela’nın hikayesi, Hugo Chavez’in 1998 yılında hapisten çıkıp yönetimi alması ile başlamıştı.
Önce Latin Amerika‘da dünya liderliğine oynayacağını, ardından da tüm dünyada “kıskanılan bir güç” haline geleceğini söylemişti.
(Bu cümleler sizlere bir yerlerden tanıdık geliyor olabilir.)
Bu tanıdık cümlelere ara vermeden devam edelim.
Chavez, halkın nabzını nasıl tutacağını çok iyi biliyordu.
“Petrol parasını ülkenin yöneticilerine değil halka yedireceğim!” şeklindeki süslü sözleri ile halkın gönlünü fethetti ve nerede ise tam destek aldı.
Desteğini aldığı halkın oyları ile seçimi kazandığında “yolsuzlukla, yoksullukla mücadele ve yeni bir Anayasa” vaadinde bulundu. Türkiye’den değil, Venezuela’dan bahsediyorum!
Zannedersiniz ki iki ülke “tek yumurta ikizi”.
Benzerlikler saymakla bitmiyor…
Chavez yönetimi devraldığında petrol fiyatları bir hayli yüksekti ve ülkeye Dolar’lar adeta yağıyordu.
Petrol fiyatlarının yüksek ve Bolivar’ın aşırı değerli olmasından dolayı, ülke üretim yerine ithalata meyletti ve yabancı yatırımcıları ülkede yatırıma davet etti tıpkı bizdeki gibi.
Petrolden gelen paraları, alt yapısı eski ve yetersiz olan ülkeye, seçmeni etkileyebilecek köprüler, yollar, hastaneler, evler yaparak betondan ölü yatırımlara gömdü…
Referandumları ve sonuçları bile bire bir aynı!
Venezuela halkı yeni Anayasayı kabul etti ve böylelikle “Venezuela tipi” Başkanlık Sistemine(!) geçilerek, OHAL de ilan edildi.
Chavez, ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisini elde ettikten sonra hızla otoriterleşme yolunda adımlar atmaya başlayıp yönetimi kendi ideolojik anlayışına göre düzenledi.
Aynı Chavez, başta petrol olmak üzere yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kamu kaynaklarının tüm yönetimini kendi tekelinde topladı ve önünde tek bir engel bile bırakmamak adına her türlü muhalifi içeriye attırdı.
Böylelikle “Tek Adamlık Rejimine” geçmiş oldu.
Varlık Fonu kurularak, kamu kurumlarının ve devletin neyi varsa bunun içine konuldu.
Ne tesadüftür ki Türkiye’de de 2016 yılında Varlık Fonu kuruldu.
Bitmedi…
Ülke gelirinin nasıl harcanacağının tek belirleyicisi kendi olduğu gibi hiçbiri parlamentonun denetiminden geçmeyen yüzlerce, hatta binlerce projeye boş yere para akıtılıyordu.
Suç ise bireysel olmaktan çıkıp sistematik bir hale geldiği gibi kendisine sadık olanların yaptıkları yolsuzlukları görmezden geliyor, hatta onları ödüllendiriyordu.
(Bu da bir yerlerden tanıdık geliyor olabilir.)
Kendi Anayasası ile de yargı bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırmış olduğundan, sadece kendisine sadık son derece politize bir yargı oluşturuldu ve bu sistemde yargıçlar hükümete sormadan karar bile alamadığından kuvvetler ayrılığı tamamen ortadan kalkmış oldu.
(Bu cümleleri yazarken Türkiye’yi tarif ediyormuşum hissine kapıldım!)
Ülkedeki yabancı yatırımcıların kaçışı Bolivar’ın değerinin düşüşü kadar hızlıydı ve gerçek enflasyon ölçülemez hale geldi.
Hugo Chavez, 2013 yılında ruhunu teslim edene kadar haftanın her günü hiç durmadan bütün televizyon kanallarında canlı ortak yayınlarda konuşuyordu.
Chavez’in ölümü ile devletin başına en güvendiği adamı olan, bir zamanlar otobüs şoförlüğü yapan Nicolas Maduro geldi…
“Gelen gideni aratır” lafı tam da buraya yakışır.
Zira Maduro, Chavez‘den de beterdi.
Maduro hükümetinde tek bir “ekonomist” Bakan bile kalmamıştı. Ekonominin başına atadığı Bakan ise enflasyonun ne olduğunu bilmediği gibi, soranlara da öyle bir şey olduğunu reddediyor ve “para basmanın enflasyonu fırlatmasının söz konusu bile olmadığı” görüşünü savunuyordu.
Maduro hükümetinde ise dünyada hiçbir kurum ve ülke, yüksek riskinden dolayı Venezuela‘ya kredi vermiyor ve ülkede hiçbir şey üretilmiyor, neredeyse her şey ithal ediliyordu.
Temizlik malzemelerinden temel gıda maddelerine kadar her şey karaborsaya düşüyor ve hükümet işlerini yürütebilmek için hala karşılıksız para basıyordu.
Bizde ise “ekonominin tıkırında” olduğunu savunan AKP iktidarı, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda altı kez bakan değiştirdi. Hükümetin 6. Bakanı Nureddin Nebati, katıldığı canlı yayında program sunucusunun son mevduat uygulamasının ardından sonuçlara dair rakamlarını sorması üzerine, “Rakam vermeyeyim şimdi. Gözlerime bakar mısınız? Ne görüyorsunuz gözlerimde?” diye soruyor ve sunucu “Orada o sevinci görüyorum ama rakamları duymayı isterim. Ekonomi rakam işi” demesi üzerine, “Ekonomi rakam işi, ekonomi temenni işi, ekonomi güven işi, ekonomi istikrar işi, beklenti işi Ekonomi gözlerdeki ışıltıdır.” diyor Sayın Bakan!
Maduro yönetimi daha da ileri giderek ülkenin geleceğini ipotek altına alan, önümüzdeki yıllar boyunca çıkarılacak tüm petrolü Çin‘e sattı.
Parasını da aldı ve bir güzel harcadı.
Venezuela halkı bu kötü yönetimin farkına vardığında artık çok geçti. Protestolar başladı başlamasına ama hükümet protestoculara aşırı şiddet kullandı.
Hükümet, en basit tepkiye, en basit eleştiriye, en masum protestoya bile “devlete komplo, darbe girişimi, karşıdevrim” yaftası vurdu ve binlerce insan mahkum edildi.
Maduro sonunda seçimi kaybetti ama Maduro‘nun yerleştirdiği adamlardan oluşan Anayasa Mahkemesi ve Seçim Kurulu, seçimleri askıya aldı.
Bizdeki Ali İhsan Yavuz’un “hiçbir şey olmasa da bir şey olmuştur” mantığı ile seçim sonuçlarını kabul etmedi.
Maduro şimdilerde ise dış güçlerle savaştığını iddia ediyor ve Amerika’yı suçluyor.
Her gün yaşanan yağma, isyan, adam kaçırma olaylarına yandaş basına bile yayın yasağı getirildi.
(Yayın yasağı getirmek, her iktidarın gerçekleri halktan saklamak için uyguladığı en kolay yol olduğuna zaten aşinayız.)
Maduro “ekonomik savaş” başlattığını ilan etse de ülkede artık yatırım yapılmıyor, çiftçi ürün yetiştirmiyor, ihracat yapılmıyor, elektrik yok, su yok ve halk sefalet içinde çöpten yemek topluyor.
İşte tam da bu nedenle Erdoğan’ın Juan Guaido karşısında hezimete uğrayan Maduro ile ne görüştüğünü ve geleceğe dair hangi ortak planları olduğunu sizi bilmem ama ben merak ediyorum.