Şiddet etimolojik olarak Arapça’dan dilimize girmiş bir sözcük. Türk Dil Kurumu şöyle bilgi vermiş:
“1. Bir hareketin, bir gücün derecesi, yeğinlik, sertlik. 2. Hız. 3. Bir hareketten doğan güç: Rüzgârın şiddeti. 4. Karşıt görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma. 5. mec. Kaba güç. 6. mec. Duygu veya davranışta aşırılık: Sesinin tonunda siteminin şiddetini azaltan bir yumuşama vardı.-N. Cumalı.”
Şiddette: Sertlik var, kabalık var. Ürkütücü bir sözcük çoğu kez: “Kaba kuvvet” diye dilimizden dökülen! Yâni kuvvetini, gücünü hoyratça kullanıyor anlamında. Makbul olmayan bir yaşam tarzı.
Şiddetin İngilizcesi “violence”. “violation” ise “tecavüz ya da ihlâl”.
1864 Büyük Çerkez Sürgünü ile başlayan kitabımda 150 yılı kaleme alırken savaş ve sürgünlerde özellikle kadınların “kaba kuvvet”e, “tecavüz”e mâruz kaldığına üzülerek şâhit oldum. Savaş ile bir ülkeyi ele geçiren bir kuvvet; hem topraklarda hakkı olanın hakkını ihlâl ediyor. Yetmiyor kadınlarına, çocuk yaştaki kadınlara tecavüz ediyor. Öldürüyor.
Ne yazık ki zamanımızda da pek de farklı değil. “Çocuk gelinler olmasın!” denmiyor mu dünyada?
Şiddet baskıyı da beraberinde getiriyor. Şiddet uygulayan, şiddeti, kaba kuvveti belli olmasın diye “söyleme”, “sus” baskısı da yapıyor. Ya da iftira atıyor.
Kaba kuvvet, her yerde karşımıza dikiliveriyor. Trafikte! Hak ihlâli yapan birisi kendini “insan”lık ile forme edemediyse kaba kuvvete baş vuruyor. Tehdit de arkadan geliveriyor.
Bunu spor müsabakalarında, maçlarında görmek olası diyemeyeceğim neredeyse olağan ve üzücü.
Aile içi şiddete maruz kalanların sayısı da gün yüzüne çıktıkça, hele ensest ilişkiler, hüznümüze hüzün katıyor. Yüreğimiz dağlanıyor.
İngiltere’de cinsellik eğitimi verildiğini yaşadıklarımdan biliyorum. Cinsellik eğitimi ne kadar yaygın, bilinçli olursa o derece birbirinin haklarına saygılı bireyler yetişebileceğini tahmin etmek pek de zor değil. Kaba kuvveti, şiddeti, tecavüzü yapanların içinde “wild animal” olduğu da vurgulanıyor. Yâni bu kişilerin içinde bir “vahşi hayvan” yaşıyor ve içgüdüsel yapıyor yapacağını diye görüş bildiriliyor.
Freud’un görüşleri, psikolojik yaklaşımları da “yaradılış” ile ilintili yâni “içgüdüsel”. Doğum ve ölüm arasını incelediğinde, analizini yaptığında öldürmek de üremek gibi içgüdüsel. Tabiî her uzman görüşü böyle değil. Görerek de şiddete aşinâ olunuyor. Çevresel faktörler işin içine giriyor. Yâni çocuk babasını annesine şiddet uygularken gördüğünde, annesine acısa bile eşine şiddet uygulayabiliyor. Ya da annesinden bir şiddet gören erkek çocuk kadınlara hıncını, büyüdüğünde hayatının içindeki kadınlara uyguluyor.
Özellikle sanal dünyada savaş, sürgün, ölüm, intihar, tecavüz, kaba kuvvet içeren film, dizi, kitapların olması olumsuzlukları besliyor gibi gözüküyor. Pamuk Prenses ile büyüyen nesil ile Action Man ile büyüyen nesil farklı oluyor. Romantizm içeren film ile korku filmi arasındaki fark gibi.
Şiddet, korkuyu besliyor. Korku!
Korku ile sindirme, pasifleştirme özellikle kadınların, çocuk-kadınların iç güzelliklerini zedeliyor. Ruh ve bedenleri örseleniyor. Yetenekleri çoğu kez içlerinde kalıyor. Bu ise koskoca çığ gibi büyüyen bir iç çığlık!
Ruh ve bedenleri örselenen kadın doğum yaptığında ki stresli bir hamilelik süreci geçiriyor muhtemelen. Emzirme döneminde de sütünden bebeğine geçiyor örselenmiş her zerre, damla damla. Bu konuya çok önem veriyorum. 2019’da yayına girmesini planladığım “Lamaze Method” e-kitabımda daha detaylı aktarmaktayım. Kadının yediği, içtiği, soluduğu ne varsa süt ile bebeğine geçiyor. Gazlı bir besin yediğinde, içtiğinde bebekte de gaz oluyor. Stresli ise, stresi geçiyor. Korku ile kadın terlemişse, acı su kokusu bebeğe geçiyor. Korkuyu kokluyor bebek. Evet, korkunun kokusu var. Koku da görmekten etkili!
İşte bu fasit daire, her olguda olduğu gibi. Pekiî, ne yapmalı her boyuttaki şiddeti azaltmak için? Burada kocaman bir parantez açıyorum. Ve Mevlevilik dokuları ile soluklanalım diyorum.
“Ol”mak! Edep!
“Bazen bir kişiden gelen bir jest, daha doğrusu bir hediye demek gerek (gönül hediyesi demek daha doğru olacak sanırım) karşıdaki kişinin manevî dünyasını çok aydınlatabilir. Çok sevindirebilir. Böyle bir sevindirmeyle ödüllenen gönüldaş kişiler bu “adap ve erkan” konusunda bir kırıntı alabilmişlerse bu neşelerini ortak dilde “tennure açıldı” olarak şaka yollu anlatırlar. Mecazî bir tekke deyimidir. Tennure’nin açılmış olması deyimi sırlanan bir müjdeyi anlatır ve bunu söyleyen kişi sırrı ne ise onu kimseye anlatmaz. Bu sırlar eskiden sadece postnişin ve tuzcu dede (Kazancı Dede de denilirdi) veya aşçı dedeler ile paylaşılırdı. Ya da hiç anlatılmazdı. Kısacası; “Ya Hu! Şükürler olsun, bana da bir tennure açtırdın da gökten yere çuval gibi düşerken, yere yapışmaktan son anda kurtardın beni.” Tennure açıldı demek manevî bir kurtuluş veya yükseliştir ya da manevî bir değerli hediye anlamındadır diyebiliriz.
Aslında “Eyvallah” sözü Mevleviler tarafından yerine göre çok sıklıkla kullanılan bir sözdür. Hamuşan (mezarlık-kabristan) gibi. Hakk’a yürümek gibi. Örtmek gibi. Bu konuda el yazmalarında “adap ve erkan” dersleri verildiğini okuyor ve biliyoruz. Örneğin yaşça küçüklere asla elin öptürülmemesi gibi. El öptürmek müthiş ayıp karşılanırmış. Bu nedenle Semâ töreni başlarken dikkat ederseniz eller karşılıklı olarak öpülür. Posta çıkan dede bile kendinden küçüklerine asla elini öptürmez, sadece karşılıklı olarak ellerin öpülmesine izin verilir. Tam aksine yaşça büyük olanlar kendilerinden küçük olan kadınların ve çocukların ellerini öperler ki bu davranışı açıklayan çok uzun metinler vardır.
Kadınlar ve çocukların “Allah”ın hediyesi” oldukları bu sebeplerden biridir.
Şimdi “Kadına şiddet” ile toplum her gün çalkalanıyor ama soruna çare bulacak kimse ortada yok. Sizin de kullandığınız gibi “can” ve çoğul olarak da “canlar” sözcükleri de çok kullanılır. Genelde aynı çevreden insanlar bir aradayken bu sözcük ve terimler ile davranış biçimlerine çok dikkat edilir ama dışarıda iken kişinin ne olduğu anlaşılmasın diye sırlanır ve hiç kullanılmazdı. Bunun sebebini sorduğumuzda da “yanlış bir şey yaparsan tüm canlar için senin bir hatan yüzünden genelleme yapılmasına neden olma!” denilirdi. Fakat bizler de ne yazık ki bu incelikleri alamadık. Zamana ve ihmâllere yenildik herhalde. Şimdilerde ancak bu konularda akademisyenlerin bir yayını olursa, alıp okuyabiliyorsak bir şeyler hatırlıyor ve kaybettiğimiz değerlere üzülüyoruz. Ya da sizler gibi bir kişi nadir de olsa çıkıyor ve ortalığı silkeliyor da bizleri kendine getiriyor.” Erbil Erbige, Maden Müdendisi, Mevlevi, Yazar.
Demek ki şiddeti önlemenin yolu pişmekten geçiyor.
Lekelenmeme Hakkı
Sevgili dünürüm avukat Aliye van het Hof’un “Lekelenmeme Hakkı” makalesinde de şu detay dikkatimi çekti konuyla ilişkili olarak;
“Yargıçların seçiminde ırk, renk, cinsiyet, din, siyasal veya başka bir fikir, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum, statü gibi nedenlerle ayırımcılık yapılamaz.”
Anlaşılıyor ki kadın erkek ayırımcılığı yapmamalıyız. “Humanities” konusunda “insan” olabilmeyi özümseyeceğiz.
Her olguda “equal pleasure” dediğim “eş haz” almak ve vermek hayatı yaşanır kılıyor. Bunu başarmak hiç de zor değil ama pek de kolay gözükmüyor. Eğitim, sabır, farkındalık. Neyin farkındalığı; sahip olduğun her varlığa (sağlık, yetenek, zeka, güzellik, güzel huy, aile kültürü, eğitim…) sahip çıkmak.
Bir nokta daha var ki önemli bir kilit noktası:
Şiddetin; kişiler arası, toplum kişi arası, toplumlar arası olabildiğini gözlemliyorum. Burada fiziksel, ruhsal boyutu irdelerken sosyo-politik, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik faktörlerin önemi de karşımıza çıkıyor. 2015 yılında Selanik’e kitaplarım için anı-inceleme gezisi yaptığımızda Selanik Arkeoloji Müzesi’ni de ziyaret ettik. Müzede fotoğrafta da görüleceği gibi; “The role of women” yâni “Kadının Rolü” seksiyonunda Hellenistik Çağ’a atıfla yazılandan çok net anladığım şu; kadın güçlü olursa toplumda yeri var. Asil olursa toplumda yeri var. Yeri var derken söz sahibi.