Tiyatroda benden yaşça küçükler ona Hale derdi, ben de Hale dedim bir gün öylesine içimden geldi. Öyle bir hışımla döndü, “ne zamandan beri Hale oldum, niye abla demiyorsun” dedi. Haklıydı.
Hani yaşlar henüz erkenken ara büyür ya bizimkisi de öyleydi işte. On dokuz yaşımın Hale ablası nasıl Hale olurdu ki…
Şehir Tiyatrosundaki ikinci oyununum, henüz sahne üstünde doğru dürüst durmayı bilmediğim yıllar, yaş on dokuz. Konservatuar ikinci sınıftayım. Şehir tiyatrolarında “yerinden yönetim” yılları, Fatih tiyatrosu. Hamit Akınlının sahneye koyduğu Haşmet Zeybek’in Düğün ya da Davul oyunu.
Yetmişli yıllar.
Dört köşe bir platformun üstünde döne döne oynanan bir köy seyirlik. Bu gün aynı rejiyle oynansa çok ses getireceğini düşündüğüm matematik bir reji. Sahnede; ruhu mumlarımızda yaşayan ustalar, Candan Sabuncu, Haşmet Zeybek ve Hale Akınlı.
Zihni Göktay, Sezai Alptekin, Sükan Kahraman, Taner Barlas, Ayşe Emel Mestçi, onların da sağlıklı ömürleri olsun. Bir de ben, sahnede elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen yolun tam da başında bir çömez, hareketli ve son derece suples gerektiren oyunun tam ortasında. Tam bir eğlence odağıydım, sahnede olası sebeplerden bir aksilik olduğunda elim ayağıma karışırdı. Ne güzel sarıp sarmalamışlardı bu tiyatro sevgisiyle dolu acemiliğimi. Nasıl bir ablalık ve ustalık yapmışlardı bana. O yüzden ablaydılar benim için. Onlardan öğrendiklerimi hep uyguladım bu güne kadar, bir abla olmaya çalıştım gençlere “ güzellikler evinde”.
Çok şanslıydım hem de çok, onlarla aynı tahtanın üstünde aynı havayı soluduğum için. Nefeslerini duyduğum için.
İşte bu yüzden Hale abla Hale olamazdı. Haklıydı.
Hale ablam; yüreğinden gözüne koşan o yaramaz kız çocuğunu asla durduramazdı. Düşündüğünün tersini oynamayı “rol yapmayı” hiç beceremedi hayatı boyunca. Ne düşünüyorsa gözündeydi. Anında anlardın tepkisini de sevgisini de. Yalanı yoktu, sahiciydi ve tam da bu yüzden çok iyi bir oyuncuydu. Olmadığı gibi davranmayı hiç bilemedi, yapamazdı.
On altı yıl sonra ülkeye döndüğümde tabi ki ilk görmek istediğim insandı o. Aradım, buluştuk. Sene 1996. Buluşmamızdan iki saat sonra, “ben bu kızı bunca sene sonra acaba nasıl göreceğim, eğer kötü görürsem yüzümden anlar nasıl belli etmeyeceğim” diye düşünmüş. Eğer kötü görmüş olsaydı saklayamazdı ki… Yüreğinden gözüne kaçıverirdi o kız çocuğu.
Sahiciliğinin sırrı, o hiç büyümeyen kız çocuğunun avucundaki camdan kalpti.
Ve o kalp hep aşkla doluydu. Sahneye, sanatına duyduğu aşkla geçen bir yarım yüzyıl.
Bir gün bile hatırlamam Hale ablamın hastayım oynayamam diye aşkından vazgeçtiğini, şikâyet ettiğini. Bir sene öncesine kadar da sahnedeydi.
Hep gençlerle, hep inandığı işlerde gençti.
Sahnede olmaktan hiçbir şey alıkoyamadı onu.
Çağan Irmak’ın Keşanlı Ali’sinin Hasibesi. En zor set şartlarında asla şikâyet etmeden gençlere inat o muhteşem ezber yeteneğiyle hayranlık uyandırırdı. Her ne kadar sahnede suya yazı yazsak da Keşanlıdaki görüntülerimiz arşivlerin bir yerinde kalacak meraklısı için.
Perdenin kıvrımlarına uğurladığımız her ustam için bir iki satır yazmak ihtiyacım da bu yüzden. Elim, nefesim yettikçe boynumun borcu.
Bana dokunduklarınca, anılarımca söylemek onları geleceğe.
Ne yazık ki gün geçtikçe anılarımızı, acılarımızı ve yaşanmışlıklarımızı paylaştığımız insan sayısı azalıyor. Haberin geldiğinde oyundaydım. Ve oyunda seni tanıyan seninle aynı tahtanın üstünde soluk almış sadece üç kişi vardı on sekiz kişinin arasında. Belki ben de perdenin kıvrımına uçtuğumda bir gün, sadece bir kişi olacak hatırlayan kim bilir. Frekanslar çok farkı sanki bu gün hem de çok farklı.
Suya yazı yazmanın gerçekten onulmaz bir aşk olduğunu, üstüne bir de para alınan ve de buna şaşırılan bir aşk olduğunun unutulmayacağı bir dünyaydı bizimkisi. Hani bu güne de dokunur belki umuduyla anlatmam seni ve diğer ustalarımı. Tanıyanlara ne mutlu, tanımayanlar için bir dokunuş olsun diye
Güle güle Hale ablam, perdenin bir yerlerinde buluşmak üzere.
Seni seviyorum.