Acının sesini duyuyorum. Fakat Hayata dair şarkılar söylemiyor bana. Ölümün ne kadar parlak ve pırıltılı olduğunu fısıldıyor kulağıma. Yavaş yavaş yaklaşıyor acının ayak sesleri. Acıyı duyuyorum; acıya doyuyorum. Beni Sinsice teslim alıyor kendine. Acıdan başım dönüyor; nefes alamıyorum acıdan. Acının tadını biliyorum. Soğuk, ekşi, kekremsi ve birazcık kan tadıyor acı. Acının kokusunu duyuyorum. Çürümüş, kirlenmiş, yalnız kalmış ve unutulmuş bir insan gibi kokuyor. Acının rengini görüyorum. Yüzüme ve göz kapaklarıma oturmuş Simsiyah, patlamış dudaklarımdan akan kırmızı rengini hiç ama hiç sevmiyorum. Bir de güneş yanığı tenime mosmor kazınmış acının bu koyuluğunun yüzüme hiç yakışmadığını biliyorum. Acıya dokunabiliyorum. Yaralanmış, pürüzlü, sert bir zemini hisseder gibi, etimden ve kemiklerimin derimden teker teker ayrılışına şahitlik edercesine dokunuyorum ona. Acının resmini çiziyorum. Yaşamın tozlu yollarında yakalayamadığım mutluluğu, boyaların pastelliğindeki renklerden bulup çiziyorum, aktarıyorum acıyı boş bir sayfaya içimdeki sonsuz deniz maviliğinin yüzlerce tonuyla. Acının fotoğrafını çekiyorum. Maalesef bu kez gülen gözler yok yitik çerçevelerde. Kırık camlı gözlüklerin gerisinde, acıyı sözleriyle saklayan biri var.
Yüreğime saplanmış kocaman bir korkunun bıçaklayan keskinliğinde, gölgesine saklandığım gecenin kara bulutlarıyla konuşuyorum. Acımı doya doya gökyüzüne anlatıyorum. Yıldızlara söylüyorum derdimi kederimi. Acımı koparıp alsın diye yalvarıyorum içlerinden seçtiğim en parlak olanına. Bu defalık bir yıldız yerine bir acı kaysın istiyorum gökyüzünden. Karışsın en büyüğünden bir okyanusun derinliğine, sürüklenip dalgalarla bana ulaşamayacağı uzak diyarlara gitsin ve hep orada kalsın diliyorum tanrıdan.
Cesaretimden korkuyorsun biliyorum. Gücümün peşinden gideceğimi görüyorsun. O yüzden cüretkarca gücümü hükümsüzleştirip, acizliğinde eziliyorsun. Cismimi yok ettiğinde, ismimi de yok olacak sanıyorsun. Kapılıp yenilmişliğin hırsına, beni daha da acıtıyorsun daha da acıtıyorsun.
Önce sessiz Çığlıklarıma kulaklarını kapadın. Duymamak için Daha bir sımsıkı kapattın pencerelerini kapını. Anahtarını çevirişini duydum ya, işte ben o an içimdeki son çığlığı atıyordum hayata. Dediler ya sana iki kişinin arasına girilmez diye. Artık o iki kişiden birinin olmadığını duyunca, donmadı mı bedenin? Üşümedi mi ruhun? Yoksa neyse ki bu defa da senin başına gelmedi diye teşekkür edip tanrıya, betondan kalbini de mi kapattın en yakınındaki bu uzak acıya.
Diri diri yakılanların birikmiş tüm acılarını hala ruhumda saklıyorum. Onları henüz iyileştirememişken, yeni acılar ekleniyor hücrelerime ve geleceğin mirasına. Hiç mi değmemişti beni sevmene? Yoksa değerini bilemediğin benim, sana öğretilen değerlerin altında binlerce kez ezildiğinden mi bu çirkin hırpalayışların? Aldığım darbelerin, verdiğin acıların yakıcılığını zaman siler mi? Yoksa sen mi bu zamandan silinirsin günü geldiğinde?
Ellerimizi birbirimize kenetleyip, yaşam yolculuğumuzun öyküsünü birlikte yazamaz mıydık? Taze çiçekler ekip, küçük tohumlar dikip sevgi tarlamıza, yepyeni umutlar ekemez miydik dualarımıza? Sanki sen elimin hamuruyla, ayağımın çamuruyla sessiz, suskun birkaç adım ardından yürüyüşümü gösterme ateşiyle yanarken, kendi kirli varlığını, bağımlı bağımsızlığını mı ilan ediyorsun etrafındaki sonsuz güruha.
Felaketim olacağını demişlerdi de inanmamıştım onlara. Başımı döndüren aşkınla birazcık da alayla gülmüştüm kana kana. İlk fırtınamı ve kasırgamı ne zaman mı yaşamıştım? Önce kulaklarıma çarpan, sonra da yüzümde duyduğum zalim tokadının acısıyla. Akan birkaç damla yaş yanaklarımı ıslatırken, göz yaşımın tuzuyla yaralarım iyileşir mi diye sordum kendime binbir pişmanlıkla.
Görülmedim, duyulmadım hiçbir zaman senin tarafından. Utandım sakladım kendimden bile kendimi. Her gün biraz daha öldürüldüm ve toprağa gömüldüm. Öylesine acıya doydum ki, toprak fazla geldi bedenime bir kez daha boğuldum boğuldum. Sen günlük işlerine geri döndün ve ben orada yine sessiz ve çaresizce unutuldum.
Hüzünlü gözlerimin ardında, huzursuz korkularım vardı biliyor muydun? Ne bir kez olsun beni dinledin ne önem verdin ne de duydun. Tükenmiş bedenime yorgun ruhumu koydum. Ya yerle bir oldu ruhum ya da ben azar azar yok olup sevgisizliğine doydum.
Ilık rüzgarların savurup uçurduğu, kırılmış bir ağacın sallanan dallarından birine zorla tutunmuş düşmemek için direniyorum. Sesimi duyman için, daha mı çok kaybolmalıyım bilinmez soğuk mezarlarda. Işıklarımı söndürdün sonsuza kadar. Biliyorum artık benden bir haber yok, sana göre hava hoş her şey buraya kadar.
İklimlerin en soğuğundayım. İlmek ilmek parçalandı bedenim senin ellerinde. Ekleyemedim yeniden kendime kendimi. Silemedim ruhumdan utanmaz izlerini hoyrat dokunuşlarının. İçimden kopardığın çiçeklerden, kocaman bir demet hazırladım kendi ölümümün tanıklığına.
Kır çiçeğiydim oysa annemin babamın dokunmaya kıyamadığı. Kırılmış kanadına takılıp bir göçmen kuşun, dönmemek üzere gitmek miydi tek çarem ıssız yörelere kimsenin beni bulamadığı. Kilitledin mi kalbini bana dair hiçbir şey sormadığın? Unutulmaya terk ettiğin her şey gibi unutmaya bıraktığın.
Lekeli ve kusurlu hayatını, yalnızca benim namusumla mı temizleyeceksin. Çevrendeki namussuzluklara gözlerini kaparken, beni kaç kalemde çizeceksin? Peki ya Kendi kara namus lekelerini nasıl ve neyle sileceksin.
Mertliğinin kaynağı sadece acıdan mı geliyor, acıttıklarını sayarak mı güçleniyorsun? Hiçbir acelem yokken erken gitmek için meleklere. Senin kaderimi belirlediğin bir gidişe ben yeni bir yazı yazıp, karar veremezdim değil mi ya. Her zaman gitmeye hazır olmalıydım senin belirlediğin köhnemiş dünyaya.
Bil ki Nefes alamıyorum artık yanında. Her gün biraz daha soluğum kesiliyor ve kayıp gidiyor elimden hayatım da. Yetmiyor ki bana bu sevgisiz kalbin sıcaklığı. Boğuluyorum günden güne kollarında. Bir kibritin tedirgin yanışı gibi bitiyorum bitiyorum ve sonra yere çakılıyorum yavaşça.
O kadar yoruldum ki sevgili hayat, seninle yaptığımız bu kesintisiz yolculuğun sonuna geliyorum galiba. Veda ediyorum tüm acılarıma, beni soluksuz bırakan keskin sancılarıma. Öyle Bir şarkı tutturuyorum ki içimden, bağıra bağıra söylüyorum beni acıtan herkese. Sonra küskünce susuyorum ve usul usul kayıyorum derin bir uçurumun kıyısından aşağıya düşüyorum. Bu kez tutunmuyorum kendime; hiçbir zaman ait hissetmediğim, sahip olmadığım bu dünyaya. Lime lime edilmiş, tel tel koparılmış kömür karası saçlarımdan yepyeni bir çiçek bahçesi yapıyorum senin için, ömrümün sırlarını saklıyorum gizli toprağına.
Ömrümün yaşayamadığı her zaman parçasını, benden sonra kalanlara armağan ediyorum ve gidiyorum buralardan çok uzaklara gidiyorum. Sana bu yorgun mücadelemizi ve umudun gücünü bırakıyorum ömrümle beraber. Ona sıkıca sarıl; Sakın bırakma. Umutsuzluğun boşluğuna düştüğünde, bu kez ona tutunarak ayağa kalk. Kalk ki sana inananların sesi daha çok duyulsun. Kalk ki, senin cesaretli gülüşünden dünya sarsılsın.
Peşinden koştuğun hiçbir hayalin yarım kalmasın. Resimlerdeki eksik asla sen olmayasın. Sesini bir kez daha yükseltmelisin semaya ve haykırmalısın ben de varım diye bu acımasız dünyaya. Şelaleler misali coşmalısın ve içinden dökülüp taşmalısın yeniden. Asla Tek başına değilsin. İnan ki koskocaman bir denizsin. Umudun peşinden gelenlere, sen en büyük ümidi vaat etmelisin. Yok oluşun hiçliğini değil, var oluşun çokluğunu hediye etmelisin bu arsız hayata. Yorulsan da zaman zaman, tutunup bir kez daha sevdandan, ayağa kalkmalısın şimdi ve hemen. Göstermelisin kendini kendine ve tazelenmiş, tertemiz bir hava gibi derin bir nefes alıp, inanarak başlamalısın her şey ta en baştan yeniden.
25 Kasım kadına yönelik şiddetle mücadele günüydü. Her gün kapalı kapılar ardında habersizce şiddete uğrayan, katledilen, seslerini duyduğumuzda artık çok geç olmuş, bugüne kadar kaybettiğimiz tüm kadınlara ve kız kardeşlerime çok büyük saygıyla, içimde yıllardır oturan kocaman bir yumrukla derin bir acıyla ve tarifsiz bir sızıyla, selam olsun unutamayacağım tüm kadınlara.
Sevgimle, sevdamla.