Bize doğduğunuz İzmir’i anlatır mısınız? Aile kökleriniz İzmir’i nasıl bulmuşlar?
1973 yılında İzmir’de dünyaya gelmişim. Basketbol oynadığımdan dolayı küçüklükten beri her hafta deplasmanda olduğumuz için bunca yıl Türkiye’nin her ilini gezme, görme imkânım oldu. İzmir’in insanları bana göre çok farklı. İyi ki İzmir’de dünyaya gelmişim diyorum.
Annem Latife Karadağlı ve babam Hilmi Karadağlı’ya gelince. Annem ve babam İstanbullu. Ailem İstanbullu. 52 yıl önce 1968 yılında iş amaçlı İzmir’e gelmişler. Sonra burada yaşamaya devam etmişler.
Baba tarafım Dağlık Karadağ bölgesinden. Anne tarafım Bulgaristan Deliorman bölgesinden. 1850 – 1915 arası.
1986 yılında, 13 yaşındayken baskete başlamışsınız. Anneniz, babanız, ablanızın basket oynaması önemli çevresel ve genetik faktörler. Bu genetik faktör anne ve babanıza kimlerden geçmiş?
Azim, eğitim, doğru yönlendirme. Genetikten daha önemli, bizim ailemizde olan kaliteler bunlar. Azim, eğitim ve savaşçı ruhumuzun olması başarıya giden anahtar diye düşünüyorum.
Annem lise yıllarına basket oynamaya başlamış .Ortaokul yıllarında uzun atlama. Yüksek atlama. Voleybol ve sonrasında basketbol oynamış. Beden eğitimi öğretmeninin ısrarı ile basketbola geçiş yapmış. Annem o yıllarda okullar arası maçlarda oynarmış, ortaokul ve lise yıllarında. 68 yılları. O zamanlar büyük turnuvalar v.s. yokmuş tabii. Babama gelince o müzisyendi. Ajda Pekkan. Sezen Aksu. Zeki Müren’in orkestra şefiymiş. İlk saksafoncularındandır aynı zamanda. Babam benim müzisyen olmamı istiyordu. Yeteneğim de vardı ama ben top peşinde koşmayı ve erkeklerle oynamayı çok seviyordum. Genlerime gelince sanırım annemden geçmiş çünkü annem her branşta çok iyiymiş.
Ablama gelince. Bahtsız ablam. Ben hep erkeklerle basketbol oynardım hatta ilk onları görerek, seyrederek onlarla oynaya oynaya başladım. Ablam da ben oynuyorum diye başlamış. Esasında ablamın da yeteneği vardı çünkü hem okul hem kulüp bazında oynadı ancak sonra onun transfer olduğu kulübe ben transfer oldum işte orada işler karıştı! Bu arada pozisyonlarımız farklıydı ancak ablam sonrasında onun söylemine göre ben fazla yetenekli olduğum için basketbolu bırakma kararı aldı. Şimdi düşünüyorum da gerçekten iki kardeşin aynı yerde oynaması büyük handikap. Ama yine de bence ablam için en iyisi oldu. Çünkü ablam benden daha zekiydi. Teşekkür, taktir alırdı. Bense 7 zayıf 9 zayıf getiren ve basketbol oynadığımdan dolayı sürekli okullara transfer olan, o okul takımlarında basketbol oynayan ve müdürler tarafından sınıfı geçirilen bir çocuktum. Annemle babam, ablamdan sonra erkek çocuk isterlerken ve onun hayali ile yaşarlarken ben doğmuşum ancak eminim ki erkek çocuğunu asla aratmadım… Bu arada bizim genlerde genelde tarih, coğrafya ve fizik profesörleri var. Spor sadece annem ablam ben de var.
Basketbolcu bir anne ve saksafoncu bir baba. İlginç bir karşım. Sıra dışı ve kulağa hoş geliyor. Babanız nasıl başlamış saksafona ve müzik kariyerini nasıl devam etmiş?
Ajda Pekkan, henüz müzik hayatına başlarken babamla çalışıyordu. Selma Güneri, Öztürk Serengil, Zeki Müren, Coşkun Sabah, Sezen Aksu… Bu kıymetli sanatçıların orkestra şefliğini yaptı ve arkalarında çaldı. 20 yaşında ilk saksafonla başlamış. 15 – 20 yıl çalıştı. Akordiyon, vibrafon ve piyano çalıyordu. Aynı zamanda şantördü. Türk Sanat Müziği hariç her türlü müziği çalar, Türk ve yabancı şarkıları çalar ve söylerdi.
Saksafona nasıl başlamış? Askerde bando izlemiş, sonra saksafon dersi alıp başlamış ve ilerlemiş. Babam her gün saatlerce saksafonla aynanın karşısına geçip o kadar çok prova yapardı ki bir an önce işe gitsin diye dua ederdik. Tabi akordiyon, vibrafon da aynı şekilde.
Basket hayatınız ile eğitim paralel mi gitti? Derslerinize konsantrasyonunuza pozitif etkisi oldu mu?
Paralel gitti diyemeyeceğim çok zorlandım hatta aşırı. Küçükken okula gitmek istemezdim ve ben okumayacağım derdim hep. Hatta annem ilkokul 3’cü sınıftan itibaren bana ders aldırmaya başlamış. Basketbolda araya girince fena dağıldım. Ortaokul. Lise. Kendimi bildim bileli ders aldırdılar. Bunun yanında da dediğim gibi okulu temsil ettiğim için ve genelde Türkiye şampiyonaları için okul değiştirdiğim için zayıfta getirsem geçiriyorlardı. Bizim zamanımızda çok iyiysen kulüp bazında aynı anda 3 ya da 4 kategoride oynayabiliyordun. Bunun dışında okul takımında oynuyordum ve İzmir karmasına da seçilmiştim. Tüm bu kategorileri düşünürseniz nefes almaya zamanımız yoktu ve tabii kulüp servisi herkesi dağıttığı için gece 01.00 sularında her gün evde oluyorduk.
Hayatımın üniversite yılları da pek parlak geçti diyemeyeceğim. 9 Eylül Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu’na 1991 yılında girdim ancak okulu 9 senede bitirince okulumun ismi Celal Bayar Üniversitesi oldu. Normal zamanında mezun olsaydım doğrudan Millî Eğitim’de görev alacaktım ancak 9 senede bitirince KPSS sınavı çıktı. Bu sınavda başarılı olursam Millî Eğitim’de çalışabilecektim. “Okul birincisi kazanamamışken Banu, gerek yok sen özel okullarda öğretmenlik yap” dedim içimden. Eski adı 1. Lig ancak şu andaki ismi Süper Lig olarak geçiyor. 1. Lig’de oynardım üniversite zamanı. Üniversiteye de pek uğramadım işin aslı.
Hatta size şöyle söyleyeyim; ablam ve ben hayalimizdeki işleri yapmamız nasip oldu. Ablam küçükken uçaklara bakıp “Ben hostes olacağım” derdi. Ben de beden eğitimi öğretmeni olmak istedim çünkü spor akademisine gidersem basketbolumla doğru orantılı gideceğini sanıyordum ancak millî de olsan 1. Lig’de de oynasan değişen bir şey yoktu derslere giremiyorsan o derslerden kalıyordun. Bunu okulun ilk günü spor ve bilim hocasından sınıfça öğrenmiştik. Benim hayatımda basketbol önceliğim olduğu için ve evlenmeyi de düşünmediğim için okula pek önem vermedim ancak 3’cü sınıfta çocuklarımın babasıyla tanıştım 4. sınıfta evlendim. 5. sınıfta çocuklarımı dünyaya getirdim. Burada çok önemli bir şeye değinmek istiyorum; benim hayatıma damga vuran annemi şöyle ki beni istemeye geldiklerinde bile ben deplasmandaydım yani ben orada yoktum. Annem, kayınvalideme ve pederime “Kızımın bir tek şartla oğlunuzla evlenmesine izin veririm. O da kızım üniversiteyi kesinlikle bitirecek. Bana bunun sözünü verirseniz kızım kızınız olabilir” demiş. Tabii ben çocuk yaptıktan sonra sabahın 5’inde kalkıp 6’da servise binmek, okula gitmek, öğle teneffüsünden önceki dersi ekip, Ege Üniversitesi’ne gidip, antrenörümden özel antrenman alıp idman sonu tekrar Manisa’ya gitmek derslere girip, okul çıkışı eve gidip çocukları alıp antrenmana gitmek takdir edersiniz ki aşırı zordu ama annemin zoruyla okuldan mezun oldum. Ve onun sayesinde boşandıktan sonra yine basketbola devam edip sonrasında her sene farklı bir ile transfer olmak çocuklarla oraya taşınmak zor geldi ve öğretmenliğe başladım. Geçimimizi annem sayesinde yaptım onun sayesinde çocuklarımı doyurdum. Bu yüzden annemin hakkını ölsem yiyemem.
Basketbolda ülkemiz dünyada nerede?
Basketbolda ülkemiz dünyada belirgin ilk 20 içerisinde yer alan ülkelerden bir tanesi. Ancak gerek kadınlarda gerek erkeklerde son yıllarda önemli bir düşüş yaşıyoruz. Bu düşüşün ana nedeni sporun vazgeçilmezi olan altyapılara verilen önem ülkemizde gittikçe azaldığı için, altyapıdan yetişemeyen sporcuların A Millî Takım’da da aynı başarıyı gösterememesinden kaynaklı sürekli olarak; Avrupa, Dünya Şampiyonaları ve Olimpiyatlara gitme mücadelesi veren, oralarda yer alan ve madalya alan bir takım olmamıza rağmen son 3-4 yılda özellikle kendi ilk grup maçlarında dahi yukarıya çıkmakta zorlanan, oyuncu yetiştirmekte, diğer ülkelere oyuncu ihraç etmekte çok zorlanan, NBA dahi son yıllarda gönderdiğimiz oyuncu adedinde çok büyük düşüş olduğunu da göz önüne alırsak basketbolumuzun düşüşü hem kadınlarda hem erkeklerde son derece doğal. Eğer üretici olmazsanız elinizde hiçbir şey yok demektir. Bizde üreticiliği bırakıp ne yazık ki pastadan sadece mali avantajı elde etmeye çalışıldı. Bu sebeple hem erkeklerde hem kadınlarda beklediğimizin son derece altındayız. Bu çok üzücü. Çünkü, 2010 yılında Dünya finali oynamış, 2001 yılında Avrupa finali oynamış bir ülkeydik. Şimdi bırakın final oynamayı gruplardan bile çıkamıyoruz. Bunun için de yeni kurulacak federasyonun, işinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü şu andaki enkazı, ancak yeni federasyon kaldırabilecek gibi duruyor. Bunun içinde çok uzun vadeli altyapı çalışmaları ile bu işi başarabiliriz. Yani kısaca biz şu anda ülke olarak basketbolda dünyada belirgin yerlerde demeyelim çünkü gittikçe aşağıya doğru inen bir grafik izliyoruz. Bizim 1/10 m nüfusa sahip ülkeler bile bizleri geçtiler. Bizim bu durumu şapkamızı önümüze koyup tekrar tekrar düşünmeliyiz.
Futbol dünyada yaygınken, geniş kitlelere hitap ederken ve bu pastadan hayli büyük maddi ve manevi payı alırken neden diğer sporlar bu düzeyde değil? Siz bir sporcu olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu şöyle açıklamakta yarar görüyorum. Futbol bütün dünyada açık, kapalı her yerde iki tane taş, koyarak oynayabildiğiniz bir spor dalıdır. Özel bir saha gerektirmez. Herkes kendi mahalle arasında yerler parke olsa bile toprak bile olsa, yağmur bile olsa futbol oynayabilir. Futbol için özel bir saha, büyük bir maddi imkân gerekmiyor. İki tane taşı koyduğunuz anda mahalle maçlarıyla bütün çocukların Brezilya’da dahi çocukların oralarda yetiştiğini daha sonra kulüplere geldikten sonra çimle tanıştığını biliyoruz, buna Maradona dahildir. Hatta Maradona yıllar sonra evinin oradaki sahada Arjantin Millî Takımı’nı toplayıp gösteri maçı oynamıştı. Mahallelerde yetişen oyuncuları gösterebilmek için. Basketbol, voleybol gibi sporlar bunun çok dışında sporlar. Çünkü basketbol oynanması için bir yerde pota olması gerekiyor. Potaların, maliyetlerinin yüksek olması, taş, kum sahada oynanamaz. Bunun için iyi bir zemin gerekir. Çünkü sakatlıklara çok yol açan bir spor. Yapılacak bir spor salonunun ya da çok basit basketbol sahalarının bile, kalıcı yeri olması gerekir. Ve bunun için belediyelerin bunu tahsis etmesi gerekir. Yani oraya siz bir tane basketbol potası yaptığınızda siz oranın tapusunu alıyorsunuz. Şimdi Türkiye ‘de ağaçların kesildiği ve her metrekarenin satıldığı dönemlerde basketbolun sokaklarda oyuncu bazında gelişmesi çok normal gözükmüyor. Ayrınca bütün dünyada tüm futbolcuların en az yarısı sokaklarda yetişirken, basketbolda aynı şeyi göremiyoruz. Aksine basketbolda iyi maddi gelirli ailelerin, çocuklarını basketbola götürdüğünü görüyoruz.
Futbolun bu kadar büyük olmasının ana nedenlerinden bir tanesi de kendi masrafını kendi çıkaran, kendi bütçesini kendi organize edebilen bir spor. Yani tribün, reklam gelirleri, TV gelirleri ile ciddi paralar kazandığını ve kendi kendini amorti ettiğini ve ülke ekonomisine ciddi paralar bıraktığını düşünüyorum. Bir dünya kupası olduğunda, bunu organize eden ülkenin ciddi paralar kazandığını görüyoruz. Tamamen görsel bir şölen haline geldi. Basketbolda bu durum böyle olmuyor. Basketbolu kendi içerisinde yaşıyorsunuz. Basketbol ne yazık ki, futbol kadar popüler değil bu konuda. NBA hariç. Bu nedenle basketbolun futbolun çok gerisinde olduğunu, bu nedenle TV gelirleri olsun, gişe gelirleri olsun kendi kendini amorti edemediğini görüyoruz. Aradaki farkın en büyük nedeni bu.
Tüm dünyayı baz alırsak, bir dünya şampiyonasının sonunda ünlü futbolcuların ve millî takımların satılan formalarını hesap edersek, ortaya muhteşem bir rakam çıkıyor. Ama basketbol formalarının o kadar revaçta olmuyor. Bir kere basketbol formalarının formatı atlet şeklinde olduğu için kış gününde de bir salona ya da gezmeye giderken giyemezsiniz. Dolayısıyla futbolun kollu tişört şeklinde olması sokakta dolaşırken bile giyebiliyorsunuz, basketbol bu şekilde değil. Bunların hepsi futbola ve basketbola avantaj ve dezavanjlar getiriyor.
İki oğlunuz da profesyonel basketbol dünyasında. Babaları da. Evlendikten sonra on yıl basketbola ara vermişsiniz. Sanırım oğullarınıza özel basket hocası oldunuz ki onlar da basketi seçtiler ve çalışmalarınız ev ortamında devam etti ki potalara tekrar geri dönüp başarıyla bıraktığınız yerden devam etmişsiniz. Bu on yıllık arayı, sporcu anneyi, sporcu evlat yetiştirmeyi bize anlatabilir misiniz?
Esasında bir röportajda böyle söylediğim için 10 yıl diye geçiyor ancak o kadar uzun değil. Basketboldan da tam manasıyla kopamadım, dışarıdaki sokak basketbolu turnuvalarına katılıyordum. Sonrasında vateranlarda oynamaya başladım ve kendimi biranda yine profesyonel olarak oynarken buldum. Ben şuna inanıyorum: Hangi işi yaparsanız yapın layığı ile yapıyorsanız başarılı olursunuz. Ben eskiden 1.ligde oynarken de “winner” oyuncuydum ve dedim ki kimseye şunu dedirtmem. Beni eski tanıyan bilen insanlar: Banu eskiden çok iyiydi şimdi şişmanlamış ve eskisi gibi değil asla dedirtmem ve dedirtmedim hatta üstüne daha da çok koyup dünyaca tanınan bilinen isim oldum ve tabi ki her an, her daim özel hayatıma. Sağlığıma, kilolarıma hep dikkat ettim.
Sporcu anne olmanın avantajları ve dezavantajları hem benim açımdan hem çocuklarım açısından avantaj ve dezavantajı var tabi ki. Önce şunu söylemeliyim ilgi alanım sporcu psikolojisi. Çocuk psikolojisi ve insan psikolojisi. Deli gibi kitap okuyarak okuduklarımı uygulayarak ve arkadaş dostlarım pedagog, psikolog, rehber öğretmen oldukları için kullandığım her kelime ve her cümleyi araştırarak kullandım. Ne dersem nasıl ileti kullanmış olurum ben iletisi sen iletisi o kadar sık dokudum. Çevrem bana bilimsel anne lakabını taktı. Çocuklarımı rahatsız etmeden maçtaki pozisyonları hakkında gözlemlerimi söyleyip gerisini onlara bırakıyordum.ve en önemlisi bana göre şu zamandaki veli portföyüne bakıyorum antrenörler hep haksız hep çocukları haklı ve her şey antrenörlerin hatası. Çok saçma. Çocuklarıma aşıladığım en güzel şey çocuklarım bana antrenörleri hakkında bir şeyle geldiler mi orada değildim, oğlum ve antrenör böyle uygun gördüyse dikkat etmelisin. Az oynattıysa belki bu hafta antrenmanlarda verimli olamamışsındır diyerek her daim antrenörlerine destek verdim ve kendilerinin de bu vesileyle düşünmelerini aşıladım. Başarılı ya da başarısız olmaları 2.3. şahıslara değil de kendilerinden kaynaklı olabileceğini vermeye çalıştım. Sporcu çocuklarımın alması gelecek vaat eden evlatlar olduğu için iki kategoride ve özel idman fazla yapmalarından dolayı kulübün orada 5 – 6 saat beklemek zorunda kalıyordum yağmur çamur kış soğuk sıcak demeden bir tek onu söyleyebilirim. Onun dışında benim bilinçli bir anne olmam ve sporcu olmam onları yüreklendirici bir güç olmuştur diye düşünüyorum.
17 yaşında Kadınlar 1’inci Ligi’nde başlamışsınız. İzmir Büyükşehir Belediyespor, Manisa Spil, Giresun Fiskobirlik, Urla Gençlik, Uşak Dülgeroğlu, Kırıkkale belediyesi, Alanya Belediyespor, Manavgatspor, Hatay Dörtyol Belediyesi, Bursa Yıldırımspor formalarını giymişsiniz. 44 ülkenin katıldığı yarışmacılar arasında en iyi seçilmiş ve takımınız şampiyon olmuş.
Bu zorlu yolu nasıl başarıyorsunuz? Yöntemi nedir? Gençlere ne tavsiyelerde bulunursunuz?
Günde 3 antrenman ve her akşam 1 tane erkek maçı yaparak o turnuvaya gittim. İlk defa katıldığım için prosedürü bilmiyordum yani şampiyona sonrası 44 ülkenin antrenörlerinin oyuna sunulacağını bilmiyordum. Ben sadece iyi oynadım ve ülkeme geri döndüm. Bir sonraki sene Amerika’da dünya şampiyonası öncesi oylamaya sunulmuş ve Amerika’dan teklif geldi. Banu “şu an için ilk üçe kaldın” dediler. Ben anlayamadım tabii ne üçü Avrupa’nın en iyi üç oyuncusu arasına mı girdim. Nasıl yani derken. Sonuç açıklandı ve ben Avrupa’nın en iyi oyuncusu seçilmişim ve dünyanın da en iyi 2. oyuncusu ve tek Türk benim. Ben Türkiye’deyken bu haber geldi hatta temizlik yaparken arandım. Şöyle söyleyeyim dünyalar benim oldu 1 hafta şoku atlatamadım. Yani bilseydim daha da fazla çalışırdım bu mükemmel bir his paha biçilemez bir duygu. Eşi benzeri yok. Herkes yabancı. Siyahilerin biliyorsunuz kasları bile bizden farklı. Çok iyi oyuncular var ve ben o sırada 44 yaşındayım 35 yaş gurubunda yarıştım herkes benden küçük. Herkes çok iyi. Şöyle bir itiraf yapayım tek Türk olduğum için ve İngilizcemin yetersizliği. Resmen “Tarzanca” konuşmaya çalışıyordum o kadar.
Zadar’a gider gitmez herkes tarafından anında içlerine aldılar ve tek Türk olmam hemen tanınmama sebep oldu. Atatürk’ü seven bilen sayısı aşırı var ve hatta ben her ülke şampiyonalarında, ilkinde olduğu gibi Atatürk’lü Türk bayrağımla gitmiştim ve her daim onunla giderim. Seremonide büyük yankı yaratmıştım. Hatta beni özel olarak çekmişler 6000 sporcu arasından.
Gençlere tavsiyem ve sloganım ;”Sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme, doğru kondisyon, düzenli antrenman ve uluslararası deneyimi harmanladığınız zaman başarı ortaya çıkıyor” yani çalışmak, çalışmak, çalışmak asla pes etmemek.
Ben ikinci baharımı yaşarken 41 yaşımı ikinci baharım diye adlandırıyorum. Herkes en yakınımdan en uzağıma “Kızım sakatlanırsın. Kızım ne zorun var. Bir gün antrenmanda ayağın elinde kalacak. Bu kadar idman yapman gereksiz. Tekrar ligde oynayacak halin yok! Bu saatten sonra çok zor. Yapamazsın. Edemezsin.” diyen o kadar fazla kişi vardı ki ama çok ilginçtir benim bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkıyordu. Ben kendim için yapıyordum ve böyle mutluydum bundan zevk alıyordum. Biri sizi takip te edebilir, birileri de sizin aleyhinizde konuşarak şevkinizi kırabilir. Hepsinden hangi bölümü alırsanız o kadar daha güçlü kadın oluyorsunuz. “Çocuk ta yaparım, kariyer de”nin yakın zamandaki hâli misali.
Basketbol dışında sizi ne mutlu ediyor? Müzik, resim, şiir, zevk için yemek yapmak, dans, dikiş, seyahat…
Psikoloji kitapları okumak. Dans etmek. Müzik dinlemek ve yemek yapmak.
Hafif müzik, Batı müziği. Nathalie Cole, Frank Sinatra, Tom Jones… Bu sanatçıların şarkılarıyla büyüdük.
Her türlü sebze yemekleri, her çeşit yemeğe karşı aperatifler dahil yemek yapmayı ve tarif öğrenmeyi, araştırmayı çok severim. Sevgiyle aşk ile yaparım ve sunuma çok önem veririm. Muhakkak masada çiçek vardır.
Basketbolcu bir kadın ile saksafoncu bir erkeğin aşkından doğan ülkemizi Atatürk’lü Türk bayrağı ile sporda temsil eden kıymetli basketbolcu Banu Karadağlı Hanım ile röportajımız gelecek kuşaklara bir armağan olacak. RE Books Arts’ın Anı – İnceleme ve Röportaj bölümüne kaydedilecek. Röportajın satır araları başarılı olmak ve başarıdan haz duymak isteyen gençlere artılarıyla, eksileriyle nice ipuçları veriyor. Kıymetli kadın sporcularımızdan Banu Karadağlı’ya ben de Nathalie Cole’un Nat King Cole ile düeti “Unforgettable – with love” ile teşekkür ediyorum. Soframdaki yemek ve sofra düzenine hayran olduğum, benim “cooking for pleasure” bilgimi takdir eden, “Sofrayı kurmak sanat değil, sofrayı da sohbeti de yönetebilmek ve keyifli hâle getirmek bir sanattır” diyen kıymetli Çiğdem Simavi Hanım’ın hediyesi özel kesim kırmızı yuvarlak cam mumluklar ve beyaz şakayıklarımla…