İlkyazımı yazmak için kıvranırken, ne yazmalıyım? neleri yazmalıyım? Nasıl ve nerden başlamalıyım? diye kara kara düşünürken, ansızın fark ettim ki çok uzağa gitmeme gerek yokmuş. Bir iki gün önce kahvaltı ederken izlediğim çarpıcı bir film ve tam da aynı zamanlarda gerçekleşen bir sanat olayı, Her şeyin hala çok yakınımızda olup bitmeye devam ettiğini gösteriyordu en dramatik şekilde. Böylece akmaya başladı yavaş yavaş kelimeler parmaklarımdan. Yazıma ilham veren filmi ve sanat dünyasındaki olayı birazdan yazacağım. Ama yüreğimden parmaklarıma akan damlalarım yere düşmeden, cümlelere döküp sizlerle paylaşmaya başlayayım isteiyorum.
Son yıllarda çokça duyduğumuz ve epeyce eskittiğimiz için de ilk duyduğumuz ölçüde önemsenmeyen bir kavramdan, ayrımcılıktan söz edeceğim. Ayrımcılığa Kavramsal ve terminolojik olarak odaklanıp, sizleri bilgi bombardımanına tutarak yormak istemiyorum. Ancak, yaşadığımız somut ayrımcılık deneyimleriyle kavramı anlatmak istiyorum. Önce bir çocuk, sonra bir kadın, yine kör bir kadın olarak hayatımın çeşitli kesitlerinde karşılaştığım ayrımcılığı nasıl deneyimlediğimi ve toplumsal düzeyde nasıl bir boyut kazandığını paylaşmak istiyorum. Bunu yaparken, ajitasyon yapmadan, duygularınızı sömürmeden, olabildiğince objektif ve en çıplak haliyle anlatmaya çalışacağım yaşadığım ayrımcılık deneyimlerimi. Hadi bakalım. Öyleyse, yavaş yavaş yola çıkalım ve bakalım ayrımcılığın büyülü dünyasında nerelere demir atacağız.
Ayrımcılıkla karşılaşmaya dair kişisel tarihim çok gurur duymadığım bir şekilde eskilere dayanıyor doğrusu. Tabii o zamanlar yaşadıklarımın bir ayrımcılık olduğunu değerlendiremeyecek kadar küçük olduğumdan, sadece çocuk kalbimle durumu anlamaya çalışıp, içinde bulunduğum koşullar çerçevesinde mantıksal bir çözüm bularak kendimi ikna için haklı bir neden bulmak isterdim yaşadığım deneyime için. Bazen de yaşadığınız ayrımcılık deneyiminden haberiniz olmuyor ve fark etmeden o sizin hayatınızdan sessizce geçip gidiyor. Geçtiğimiz dönemlerde çeşitli sosyal medya kanallarıyla birbirini bulmuş, birkaç ilk okul arkadaşımız ve öğretmenimizle bir buluşma gerçekleştirdik. Öyle şuradan, buradan eskilerden filan konuşurken, yarı şaka yarı ciddi bir öğretmenim bana: “Sevda ben zamanında sana bir konuda haksızlık etmiştim. Sen okula kayda geldiğinde, arkadaşlarına göre çok uzun boylu ve çok uzun saçlı, nerdeyse bir genç kız gibiydin. Sınıftaki diğer çocuklar çok mini mini idi. Sen sınıfa uymuyordun. Evet o dönemi ben de hatırlıyorum. İlk okula 5 yaşında kaydolmama rağmen, o dönemde körler için okul sayısı az olduğu ve öğrenci sayısı fazla olduğu için, bana okuma sırası 9 yaşında gelmişti. Yaşıma göre gerçekten de birazcık gelişmiş bir çocuktum. Her neyse, bana durumu itiraf eden öğretmenim bir başka öğretmenimize demiş ki; “Sevda’yı bu sınıfa almayalım. Diğer sınıfa geçsin. Biz kayda gelen diğer küçük çocuğu alalım. Ona daha çabuk okumayı yazmayı öğretiriz. Bunun şimdi saçı uzun aklı kısadır. okumayı hemen sökemez. Hem de fazlaca uzun boylu arkadaşlarını ezer. Bir de çok konuşuyor çok soruyor. Uğraşmayalım. Boşuna zaman kaybetmeden hemen küçük çocuğa okuma yazma öğretiriz. Sonra ne mi olmuş? Evet karar alındığı şekilde, ben diğer sınıfa haberim olmadan gönderilmişim ve 2 3 hafta içinde okuma yazmayı öğrenmişim. Şimdi öğretmenim diyor ki, diğer çocuk 5 6 yıl okuma yazma öğrenemedi ve elimizde patladı. Kim bilir nerde? Haber alınamıyor kendisinden ve üzerine gülüp geçiyor. Bunu çok güzel bir espriymiş gibi bizimle paylaştı. Ama böylesi bir durum, bir çocuğun açıkça ayrımcılığa uğraması hali diyemez miyiz?
Muharrem ayıydı ve annem kocaman bir kazanda çok güzel bir aşure yapmıştı. Kardeşlerimle bana küçük kaplara koyduğu aşuremizi komşularımıza dağıtmamız için hazırladı ve her birimizi bir komşumuza gönderdi. Büyük bir ihtimalle ben kör olduğum için olabilir; Beni en yakın komşumuza gönderdi. Bu komşumuz da bizim ailemiz gibi çok kalabalık. Özellikle yaz sabahlarında kahvaltılarımızı onların küçük bahçesinde, koskocaman bir sofra etrafında bakır bir sini üzerine annelerimizin hazırladığı lezzetli kahvaltılıkları büyük bir keyifle, bağıra çağıra, gülüşe gülüşe birlikte yapardık. O nedenle annemin beni bu komşu teyzeme aşure vermem için göndermesine çok mutlu olmuştum. Aşure kabımı alıp, çok büyük bir heyecanla, bir çocuk olarak bana verilen bir görev kıvancıyla bahçeden sevinçle içeri girdim. Kapıyı tıklattım. Çünkü zilleri çalışmıyordu. İçeriden nefis bir kızarmış hamur kokusu geliyordu. Çok güzel yapardı zaten komşu teyzem hamur işlerini. Hepimiz bayılırdık yapılanlara. Birkaç kez tıklattıktan sonra, kapı açıldı. İçeriye sevgiyle davet edildim. Gel otur dedi komşu teyzem. Yok gitmem gerek. Başka komşulara da aşure vereceğim diye kabımı verdim. Dur bekle kabı boşaltıp getireyim dedi teyzem. Yok kap kalsın dedi annem sonra alırız dedim. Sonra izin isteyerek evden çıktım. Selamlar iletilerek, kapı arkamdan kapandı ve birkaç adım atmıştım ki; komşu teyzemin sesini duydum. Kızına yani benim can ciğer arkadaşıma çok sert bir sesle diyordu ki, çabuk dök o aşureyi çöpe. Onların yaptıkları yenilmez, içilmez. Dök dök hemen dök. Olduğum yerde hemen yere çöktüm. Başım döndü. Tüm bedenim titremeye başladı. Midem bulanmaya başladı duyduklarım karşısında. Ağladım, ağladım, ağladım sessizce hiç susmadan saatlerce ağladım. Ağlayarak eve döndüm. Annem çok sordu yıllar yıllar oldu hala anlatmadım neden o gün hiç susmadan saatlerce ağladığımı. Annemin yaptığı o günkü aşurenin mis kokusu hala geliyor aklıma ve bir aşure kokusu duyduğumda, hep burnum sızlıyor, o ses geliyor kulağıma. Sizce neden böyle bir olay yaşamış olabilirim? Bir düşünün, bir sorun kendinize. Burada ne tür bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalmış olabilirim?
Günümüzde ayrımcılık; üzerine konuşulan, çokça istismar edilen gerek akademide gerek siyasette gerekse sanatta ve toplumsal düzeyde farklı boyutlarıyla tartışılan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Biliyorum ki her birinizin farklı bir ayrımcılık tanımı var. Çünkü her birinizin hayat deneyimi, büyüdüğü sosyoekonomik ortam, kültürel çevre ve olayları değerlendirme biçiminiz birbirinden farklı. Her birinize sorma şansım olsaydı; çoğunuz ayrımcılığa karşı olduğunuzu ifade ederdiniz eminim. Şimdi hepimizin bu kadar ayrımcılığa karşı olduğunu söyleyeceği bir ortamda, öyleyse kimler ayrımcılık yapıyor. Bilmeden mi yapıyoruz? Maksatlı olarak mı birine kendimizden aşağıda görüyoruz? Zaman zaman birine üstten bakma duygusu bizi kendimize çok iyi mi hissettiriyor? Birilerinin bir başkasının farklılığı, yoksunluğu ya da yoksulluğu üzerinden basit bir değerlendirme yaparak, kendindeki olmamışlıkları veya görece olmuşlukları üzerinden tanımlarken, güçlü bir ego tatmini mi yaşıyoruz? Ne dersiniz? Bir cevap bulabilir miyiz?
Tiyatrocular çok iyi bilir de az çok bu işlerle haşır neşir olan oyun severler de yakından takip ediyordur. Bir kavuk devretme meselesi var ya, Yıllardır sadece erkek oyuncular arasında el değiştiriyor. Yanlış anlaşılmasın lütfen. Kavuğu teslim alan her bir oyuncu, benim bir tiyatro seyircisi olarak çok sevdiğim ve hayran olduğum başarılı oyuncular. O başka bir şey. Ama bu kavuğu bugüne kadar hiç mi bir kadın oyuncu hak etmedi? Ya da benim bilmediğim parametreler mi var? Ki varsa da bu parametreleri de yine o alanın ehilleri koyduysa, değiştirilemez normlar olduğunu düşünmüyorum. Eğer ben bir kavuk olsaydım, artık başka bir duyguyla karşılaşmak isteyebilirdim. Peki sizce burada bir ayrımcılık sorunu var mı? Yazıma ilham veren olay buydu. Tam da yakın aralıklarla İzlediğim ABD’de geçen bir filmde bir kadın, müzisyen olarak kadınların da orkestra şefi olabileceğine dair çok çarpıcı bir mücadele veriyordu. Şimdi sizlere soruyorum: dünyadan ve Türkiye’den kaç müzisyen kadın tanıyorsunuz şef olmuş, olan, hala sürdüren? Kaç kadın filozof tanıyorsunuz veya adını duydunuz? Tarihte ve şimdilerde gerçekten bu yetenekte kadınlar olmadığı için mi hatırlayamadınız? Şimdi bunlardan sana ne mi diye soruyorsunuz. Sen kendi ayrımcılık bahçende oyalan mı diyorsunuz. Hayır hayır. Tüm bunlar birbiriyle yakından ilişkili ve bağımsız düşünülemez. Tarih boyunca hep birbirinden beslenmiş ayrımcılıklar bunlar.
Basit düzeyde bir ayrımcılık tanımı yapmak gerekirse, ayrımcılık: Kişinin ulusal, düşünsel, cinsel; fiziksel özellikleri nedeniyle önyargılı davranışlara maruz kalması, buna bağlı olarak da yaşam hakkının kısıtlanması veya elinden alınması anlamına gelir. Pozitif ve negatif, doğrudan veya dolaylı ve kimi zamanda örtük olarak ayrımcılığa maruz kalmak mümkün olabilmektedir. Ayrımcılık, esasında bir ötekileştirme halidir. Ayrımcılık, yalnızca negatif yönlü bir kavram olmayıp, bireylerin sahip olduğu belli özellikleri nedeniyle toplumdaki diğer kişilerden farklı muamele görmesini sağlayan pozitif yönüyle de eleştirilmesinin gerekli olduğuna inandığım bir davranış şeklidir. Özellikle Engelli bireylere yönelik ayrımcılığın sıklıkla iki türüyle karşılaşılmaktadır. Bireylerce Maruz kalınan negatif ayrımcılık biçimleri, davranışa bağlı olarak sınırlı ya da güçlü tepkilerle karşılaşırken, pozitif ayrımcılık örnekleri maalesef hala çok sınırlı düzeyde tepkiler görüyor. Bu iki ayrımcılığın birbirinden farklı değerlendirilmesinde, toplumun engelliliğe dair kronik algısı ve çoğu engelli STK’larının bugüne kadar taşıdıkları yanlış misyonlar ve yanlış bakış açılarından kaynaklanmaktadır.
Ayrımcılık serüvenimize yazacağım çeşitli yazılarımda devam edeceğiz. Şimdilik gemimizi sakin kıyılara demirleyip, yukarıda paylaştıklarım üzerine birazcık düşünelim istiyorum. Ötekileştirmeden, öteki olmadan, ayrıştırmadan, ayrışmayan olmadan nefes almak dileklerimle.