“An”, göz kapağının binlerce hareketinden sadece birinin aldığı zaman kadardır.
Hani derler ya “göz açıp kapayıncaya kadar”.
Saniyenin belki onda biri kadar bir zamanda ise görünen kaydolur beyine.
Bakmakla görmek arasındaki farktır bu. Görürsen bu kayıt işlemi gerçekleşir ancak.
Sadece bakmak yetmez.
Bir fotoğraf makinesi, aynı göz gibi çalışır.
On beş yaş üstü hemen hemen herkesin bir fotoğraf albümü vardır. Ya da fotoğraflarını koyduğu bir çekmecesi, benim olduğu gibi.
Bir türlü zaman ayrılıp düzenlenemeyen, birbirine karışmış, zamanı unutmuş yüzlerce fotoğraf öylece dururlar birbirleri üstüne. Birini aramak demek hepsine bakmak demektir aslında.
Boş albümler tozlu raflarda dolmayı beklerler.
Yüzlerce fotoğraf kâğıdına kilitlenmiş o “an”larla yüzleşmeyi göze aldığım gün, onları daha korunaklı albümlerine, kendi ait oldukları zaman ve mekânlarına göre yerleştireceğim günler gelecek umarım.
Günümüzde, her şeyin dijital ve bir tuşla silinebilir değerlerine alışmış olanlar için ne kadar anlamsız gelir bu albümler.
Ofset ya da mat kâğıda kilitlenmiş, elle tutulabilen ve ancak yırtılıp atılırsa yok olacak olan bu “an” lar.
Bu günün makinaları gözün bile zor seçebileceği hassasiyetle kaydediyor her şeyi.
Ama biliyoruz ki, ne kadar gelişmiş olurlarsa olsunlar, kalbi gözünde bir insan olmadığında hiçbir işe yaramıyorlar.
Kilitlenen “an” kalbi yansıtmazsa teknoloji çaresiz kalıyor.
Benim çekmecemdeki fotoğraflar, canlıdır. Tek bir tuşla yok olmazlar. Kolay kıyılamaz onlara.
Çekenin de resmidir onlar çekilenden öte.
Çok öğrenmek istemişimdir fotoğraf çekmeyi. Onlarca defa anlatılmasına rağmen o ışık ayarları, pozlar… Zor geldi neticede, benim gibi sabırsız bir insana.
Öğrenemedim siyah beyaz fotoğraf çekmeyi.
Şimdi çekiyorum akıllı telefonlarla, istediğim renk ayarını da yapıyorum.
Silinmeye hazır fotoğraflar çekiyorum. Paylaşıyorum sosyal medyada. Ya da siliyorum beğenmediklerimi. Beğendiklerimi ise iyi kaydetmezsem ki etmemişim, hesabım hacklendiğinde birçoğunu kaybettim.
Yok oldular. Yaşanmamış oldular.
Ama çekmecemdekiler…
Onlar sadece bana ait.
Eskiden tiyatro fotoğrafları siyah beyazdı. Avrupa da İskandinavya da hala o gelenek sürüyor.
İsveç yıllarımda ülkenin en iyi tiyatro fotografçısıyla çalışmak şansım oldu. Oyun akarken üç ayrı ışığa ayarlanmış üç kamerayla çalıştı. Üç kamera da boynunda asılıydı. Böylece hiç zaman kaybetmeden oyundaki anları kaydediyordu.
Çektiği muhteşem fotoğraflardan bir tanesini hediye etti bize. Beğendiklerimizi satın aldık.
Filimi, banyosu ve en önemlisi sanatçının gözü bir değeri hak ediyor elbette.
Onlardan da var çekmecemde.
Annemin, anneannemin dedemin, teyzemin çocukluk resimleri bile var.
Dedemin babasının da fotoğrafı var, kalın sarı kartonlara kilitlenmiş anları.
İstanbul’un az sayıdaki stüdyolarının özel imzalı kartpostalları.
Bazen eskicileri dolaşırken, büyük karton kutuların içinde kime ait oldukları meçhul bir yığın fotoğraf görürüm.
Sahipsiz.
İçim acır.
Her birine sonsuz hikâye yazılabilir, gerçek hikâyelerine ulaşmaksa imkânsız.
Çekmecemdeki anlarımı, saklayabilecek akrabalarıma dağıtmayı düşünüyorum.
Bir karton kutunun içinde başkalarının yazacakları hikâyelere konu olmalarına izin vermeyeceğim.
Kim bilir can arkadaşım Ayça’nın fotoğrafları neredeler?
Çocukluğumun ve genç kızlığımın şahidi Melahat teyze.
Bir Cumhuriyet öğretmeni. Ömrü köylerde geçmiş. Hiç evlenmemiş. Anneciğiyle yaşardı alt katımızda.
Anneciği gitti, bir başına yaşadı kalan hayatını.
Ya onun “an” ları nerededir acaba?
Tek taş pırlantası ve altın kösteği elbette ki emin ellerdedir. Ama yakası kürklü mantosunu çöpte gördüğümü hatırlıyorum. Bence, fotoğrafları da o mantonun altındaydı.
Biraz da güzel bir şeylerden bahsedelim…
Tanıdığım en çok fotoğraf sahibi insan Feriha Eyüboğlu dur herhalde. Beraber çalıştığımız oyunlarda yüzlerce çeker bastırıp bize hediye ederdi. İyi ki de hediye etmiş bize o anları.
Kendisinin ve ailesine ait ciddi bir arşivi var gözü gibi sakladığı. Teyzesi ilk güzellik kraliçe Feriha Tevfik. Hamdullah Suphi Tanrıöver’e kadar uzanan köklü bir ailesi var. Bu aileye ait binlerce fotoğraf. En sıkıntılı anlarında bile bir servet edebilecek bu arşivi satmayı aklından bile geçirmedi. Umarım ondan sonra kalanlar en az onun kadar bu anıların değerini bilirler.
Siz hiç özenle hazırlanmış kişisel bir “müze ev” gördünüz mü?
Ben gördüm.
Yönetmen bir dostumun evi. Kendisi orada yaşamıyor, sevdiği arkadaşlarını ve dostlarına yemek davetleri veriyor. Güzel sohbetler ediyor. Bazen de bir dostu sınırsız kullanabiliyor o evi ihtiyacı varsa.
Ev; kişisel bir enstalasyon.
Yaşadığı her anın, her güzelliğin, anılarının, iyi kötü ayırmadan ona ait her şeyin saklanıp özenle yerleştirildiği kişisel bir müze.
Tüm fotoğraflar özenle seçilmiş gümüş ve benzeri güzellikte çerçevelerde. Yaşamındaki her “an” için oluşturulmuş duvarlar, köşeler.
Hiçbir şey sıradan değil. Hayatının yüzlerce anı yaşıyor evde.
Asla bir tuşla silinemeyecek bir dünya yaratmış kendine.
“beğen” tuşuna asla sahip olmayacak, bir yığın güzellik.
O ev; “anılar olmadan insanın nasıl eksik kaldığını” hatırlatır gibi.
Hediye edilen her objenin, her fotoğrafın hikâyesi onda saklı.
O hikâyeye bir yerinden dâhil olanlara da, değerli olduklarını hatırlatan bir “müze”.
Bir insanın geçmişine, hatasıyla sevabıyla sahip çıkmasının zenginliği değil de nedir bu?
Saygılı ve sevgili bir ruh!
Bu ruh, cep telefonu kullanmıyor, sosyal medya kullanmıyor yalnızca mail ve ev telefonu.
Belki bu yüzden bu kadar temiz kalmayı başarıyor.
Kim bilir?
Yakın zamanda face hesabımı ele geçirdiler. Üç gün uğraştım geri almak için. Kâbus gibiydi.
Yüzlerce fotoğrafım yok oldu.
Her yaşanmışlığın bir anda yok olduğu bir dünya bu.
İşte bile bile bu çarkın içinde olmak da böyle bir şey. Bir tür bağımlılık bu iletişim ağı.
Olabildiğince doğru kullanmak bu ağı, tüm mesele bu…
Tüm yazdıklarımın tersine, bazen de söyle düşünüyorum.
Ben gittikten sonra her şey kaybolabilir.
Ne önemi var ki bana ait anların. Onlar ben yaşadığım müddetçe değerli. Onların değerini benden başka kimse bilemez ki.
Bilinmesini istemek haksızlık değil mi?
O kadar hızla değişiyor ki değerler. Bu hızla baş etmek zor. Sonra bir soru takılıyor aklıma…
Bu “hız” nereye kadar.
Bu hız bir kayboluş mu acaba?
Hani yedi rengin olduğu bir çarkı döndürdüğümüzde her renk beyaza döner.
Artık hiçbir renk yoktur.
Farklılık yoktur.
Her şey, herkes aynıdır.
Beyazdır.
Beyaz renk değildir ki…
Olsa olsa bir kayboluştur.
Saklayabildiğimiz kadar “an” biriktirelim yaşarken.
Sonrasını bilemeyiz.