“İnsanların ne kadar kötü olduklarını görmek beni hiç şaşırtmıyor; fakat bu yüzden hiç utanmadıklarını görünce çok şaşırıyorum.” -Goethe
Uyandım. Uzun zamandır inandığım ‘Uyuyan Güzel’ masalından da. Perdeleri araladım. Gün yepyeni. İçimdeki coşkun hissiyat nasıl anlatsam… Hani filmlerde olur ya, esas karakter bir sabah uyanır ve bir karar alır. İşte ne bileyim… O’nu boğan işinden istifa eder, hayır demeyi öğrenir, burnunun ucundaki gerçeklikle yüzleşme cesareti bulur ya da yepyeni, farklı bir yola çıkar. Her ne yapıyorsa yapsın orası pek mühim değil. Asıl önemli olan, O’nu zamanla işbirliği içine girip; hiç fark ettirmeden uyutan, başkalarının gerçeğinden kurtuluşudur. Merakımızı cezbeder bu, istemsizce peşine takılıveririz. İşte böyle bir hikayenin başına uyanmışım gibi hissediyorum bugün. Düşün peşime, size anlatacaklarım var…
Koskoca bir yaz mevsimini okuyarak, çalışarak, sevdiklerime karışarak, bir iki soluklanarak, en önemlisi kendimin en iyi versiyonuna yaklaşmak için yola düşerek, bitirdim.
Ne çok Songül varmış içimde! Yol kenarında ayaküstü konuştum her biriyle, hatta kimi Songül’le sadece bakışarak anlaştım… Ki yolumun erişilmesi zor güzel yanı buydu. Mükemmele daha yakın olabilmesi için içimden bir ses “yaz, geçiyor…” dedi. İnsan hakikate bir kere şahit oldu mu ‘–mış’ gibi yapamaz ya… Gün gibi ortadaydı halim. Kendime verdiğim sözü tutabilmek için yazacaktım;
… Ben kendimi affettim.
Nasıl mı? Dile kolay tabii… Tüm gerçeğe ve gerçekliğime rağmen affetmek, kendimi dönüştürme cesaretini aramakla geçirdiğim onca zamanın omuzlarımdaki yükü, kaybettiğim iç sesimi ilk etapta tanıyamamak, yabancılaşmak, yalnızlığımı bölüşmeden büsbütün kucaklamak… Çok zordu kabul ediyorum. Evdeki imkanlarla basit bir formülle ortadan kaldıracağımız bir çözümü yok bunun. Sadece zor olduğunu en başından kabul ediyorum.
Kabul ediyorum çünkü artık hayatı; biçilen rollerden, maskelerden, illüzyonlardan, yapmacıklıklardan, -mış gibi yapılan vitrin yaşayışlardan arınmış halde, iyisiyle kötüsüyle ama gerçek olarak algılamayı istiyorum. Gerçekten istemeye başladığımda da her şey üst üste gelmeye başlıyor. Hatta ve hatta altı üstüne gelmeye başlıyor.
İşte tam bu noktada geçmiş yakama yapışıyor, kafamın içinde değilmişçesine (sanki onu duyamazmışım gibi) yüksek perdeden konuşup durmaya başlıyor: “…İNSANLARI SUÇLAYANA KADAR ÖNCE KENDİNE BAK! SEN DE HEP KORKTUN, GERİDE KALDIN, SAKLANDIN, SUSTUN! HATA ÜSTÜNE HATA, EN ÇOK DA KENDİNE HAKSIZLIK YAPTIN, HİÇ BİRİYLE, HİÇ KİMSEYLE YÜZLEŞMEDİN ÇÜNKÜ ASLINDA SEN KENDİ KENDİNİ YARI YOLDA BIRAKTIN…” Geçmişin beni daha fazla rahatsız etmesine dayanamayıp, yüzleşmek için gözlerinin içine baktığımda; hayatımdaki tüm kırılmaları, kırgınlıkları, iyi insanları, kötü insanları, ailemi, dostlarımı ve onların arasında kendini ve amacını arayan, biraz şaşkın biraz korkmuş halde dolaşan genç Songül’ü gördüm.
Sakın yanlış anlamayın bu kişisel gerçekliğimi. Bu gerçeğim, kurban psikolojisine bürünmüş bir insanın, “Ben bu hayatta ben neler çektim bir bilseniz…”, “Herkes beni arkamdan vurdu.” serzenişinden çok daha fazlası çünkü… Şaşkınlığımın ve korkumun sebebi ilk hatalarımdan birini neden ve nasıl yaptığımı gösterdi bana.
Çünkü eski ben geçmişte insanların kendisine başka, dışarıya başka göründüklerini keşfedip çok şaşırmıştım hatta sarsılmıştım… Etrafımdaki insanlar tarafından kabul görmenin telaşıyla -baskısı ve korkusuyla-, bana uzatılan her maskeyi takıp, her rolü oynayabileceğimi düşündüm ama en çok yapamamaktan, sahte olamamaktan korkmuştum.
Uzun süre kendine yalan söylemenin verdiği ağırlık, kendimi uğrattığım koskoca bir ihanete dönüşmüştü. Dolayısıyla çevremdeki insanların ihanetlerine karşı da duyarsızlaşmıştım… Olabilirmişti… Canı sağ olsundu. Zaten dünya iyi ve hassas kalpliler için cehennemdi, oturup ağlayacağıma güçlenseydim ya!
Sonra sonra güç kazandıkça, gördüm ki, geçmişin önüme ısıtıp ısıtıp getirdiği hata ve yanlışlar silsilesi yalnızca bana uygun görülen rollerin icabıymış… E evet yapmıştım o yanlış tercihleri, almıştım o riskli kararları… Bahanesi yok eski Songül’ün, ama başkalarının uzattığı maske yüzünde-ydi-ndi. O maske o yanlış yollara sapmayı gerektiriyordu işte… Şimdi kızılıp, küsülmesi gereken ben miydim gerçekten?
Günün sonunda içimde büyüyüp duran bir boşluk vardı hala. Kendimi bulamayışımın biçareliği, duygusal olarak istismar edilişim, düşündüklerimi kırpmadan, yontmadan söyleyemeyişlerimin yarattığı o dipsiz kuyu. Ben o kuyuyu, daha fazla kendim kalmaya çalışarak, işimle kariyerimle, eğitimle doldurup taşırsam da ertesi gün yeniden derinleşip, dibe doğru yayılıyordu boşluk! Ya içine düşersem! Ya hayatım alt üst olursa!
“‘Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Der. – Şem-i Tebrizi
Gerçeğim belki çok derinlerde, en altta kalmıştı ya da arkadan ittirilmiş miydi o dipsiz kuyuya? O boşluk, bir türlü sonu gelmeyen maskeli balolardan ayrılamayışımın, kendi yoluma koyulamayışımın tüm sevabım ve günahımla en insani yanım mıydı? Benliğim miydi?
Varsın altı üstüne gelsindi dünyanın… tüm bildiklerim, bilinenler yerle bir olsundu hatta! İşte bu yüzden, yolda karşılaştığım tüm Songülleri sorguladım tekrar tekrar. Her birinin kafasında mutlaka bir soru, sustukları, içinin almadığı şeyler vardı. En önemlisi hayatımın her aşamasında takındığım, takmak zorunda bırakıldığım maskeleri içten içe reddedişim vardı.
Bir tanesi, ailesinin onu (iyi niyetlerle de olsa) cam fanusta, el bebek gülbebek büyüttüğü prenses Songül olmak istemiyordu. Ama bir diğer Songül, prenses olduğuna inanmış, yetişkinlik hayatına girerken de herkesten el üstünde tutulmayı talep etmişti. Bir diğeri hayallerinin peşinden koşan tüm cesur kadınlar gibi (tabii ki Madonna’dan bahsediyorum…) kendi ayakları üzerinde, kendi ayakkabılarıyla hayatı keşfe çıkmak istiyordu. Bir başka Songül, hayatın ağırlığını ve zorluğunu görmüş, yorgun ama yine de umut dolu gözlerle bakıp sadece buruk gülümsedi… Bu tanıdık bir gülümsemeydi. Acı çeken bir surette, yorgun gözlerle, ağız dolusu bir gülümseme.
Açık konuşmak gerekirse başarısız birçok estetik operasyondan bile daha çirkin bir görünüştü bu, maskeli balolarda çok sık rastladığım… İçlerinin karanlığında parlayan, milyonlar dökülerek yaptırılmış, inci gibi sıralı, bembeyaz, kusursuz dişler. O dişler kendisi gibi olmayanı ısırmak, parçalamak için oldukça güçlüydü… Ambalajı afili, maskesi süslüydü bu zat-ı muhteremlerin fakat ben ona da çelik ayna olmuş, görmüştüm içerideki karanlığı. İşte bu yüzden bana sunulan tüm personaları reddedip, etiketlerden sıyrılıp, kendimi oturtmaya çalıştığım kalıplarımı kırdım. En kötü yüzümle yüzleştim, en iyi yüzümü tarttım.
Çevremin değer yargılarına, başkalarının bana biçtiği rollere, dışarıdan nasıl görünürüm baskısına, ‘mankenlere’, ‘güzel ve başarılı kadınlara’ duyulan önyargılara, ‘sister’lık kisvesi altında yapılan soğuk savaşlara, kişisel gelişimimi ve özgürlüğümü sınırlandıran her şeye ve herkese sırtımı döndüm. Çünkü bu sahtekarlığı neden takındıklarını ve talep ettiklerini anladım… Bir baktım, ne intikam duygusu ne kin ne bastırılmış bir hınç var içimde… Çünkü ben kendimle yüzleşmiş, maskeli balodan ayrılmıştım.
Şimdi önümde tüm ihtişamı ve parıltısıyla yükselen güneşe bakıyorum da, yola koyulmam lazım…
Vicdanım rahat şekilde tüm içtenliğimle, hayatıma girmiş, herkese diyeceğim odur ki; Allah herkese, kendi olmayı nasip etsin.
Sevgilerle